Seviyoruz diye şımartmayı ve diğer yanlış çocuk yetiştirme yaklaşımlarımızı bir psikolog gözüyle tartışacak değilim bu yazıda. Çok daha temel birkaç konuyla ilgili bir duyarlılık yoksunluğunu irdelemeye çalışacağım.
Bu konulardan birisi çok erken yaşlarda çocukların evde yalnız bırakılması, diğeri çocukların ellerini kollarını sallayarak neredeyse her sinemaya girebilmesi, bir diğeri de çocukların okuduğu kitaplar.
Evde yalnız bırakılan çocuklar
Bu konuyu tartışmak bize lüks gelir diyenler çıkacaktır. Batı’nın “gelişmiş” ülkelerinde bile çocukların kaç yaşında evde yalnız kalabileceklerine ilişkin yasal hükümler zayıfken, bizim neyimize bu konuyu tartışmak diyenler de olacaktır. Şaşırmam doğrusu. Şaşırmamayı öğrendim yıllar içinde. Ama kayıtsız kalacak değilim, arkamı dönüp gidecek de değilim…
Batı’da bazı ülkelerde bu konuda yasal hükümler mevcut. Örneğin ABD’de birkaç eyalette 14 yaşında altında çocuğun evde yalnız bırakılmaması gerektiği belirtilmiş durumda. İngiltere’de ise, genel kabul gören görüş 13 yaşında altında çocuğun yalnız bırakılmaması gerektiği yönünde.
Evde yalnız bırakılan çocuğun başına bir şey gelmesi durumunda ise, birçok Batı ülkesinde sosyal hizmetler departmanı hemen işe koyuluyor ve “ihmal” olup olmadığına bakıyor. Eğer “ihmal” boyutunda bir ebeveyn hatası görürse, önce uyarıyor, sonra çocuğun velayetini anne-babadan almaya kadar götürüyor işi.
Bizdeki durum ise vahim. Bu konuda benim bulabildiğim bir yasal hüküm yok. Anne-babanın ihmal düzeyindeki hatalarını değerlendirecek bir sosyal hizmet birimi de yok. Bunlar olmadığı gibi toplumun genelinde bu konularda herhangi bir duyarlılık da yok maalesef.
Eğitimli olsun eğitimsiz olsun, birçok yetişkin 10 yaşın altındaki çocukları bile rahatlıkla evde yalnız bırakabiliyorlar. Hatta çoğu zaman, sözgelimi 9 yaşındaki bir çocuğu, 5 yaşındaki bir çocukla birlikte bırakabiliyorlar. Büyüğün küçüğe bakmasını istiyorlar. Küçücük çocuklara inanılmaz sorumluluklar yüklüyorlar.
Kimi zaman gazetelere de yansıyan ölüm olayları olmuyor değil. Evde yangın çıkıyor örneğin. Bu tür olayların bir kez yaşanması bile korkunç, ancak pek göze çarpmayan daha yaygın yaşanan sorunları da önemsemeliyiz. Bu çocukların önemli bir kısmı, olmadık korkulara kapılabiliyorlar. Örselenmişlikleri yetişkinliklerinde de duygu dünyalarında kapanmamış bir yara olarak kalıyor.
Uzatmayacağım, bu konuda toplumsal bir duyarlılığımız olmadığının farkındayım. Ama bir an önce, bu konunun tartışılmasını sağlamamız ve bu konuda yasal düzenlemeyi de geciktirmememiz gerekiyor.
Ben bu yazıyı okuyacak tüm anne-babalara, çocuklarını 13 yaşından önce evde yalnız bırakmamalarını öneriyorum. Bir yıl önce bir yıl sonra olabilir, ama çocuklarımız ancak 13 yaş civarı tek başlarına evde kalma olgunluğuna ulaşabilirler, bunu unutmayalım lütfen.
Sinemalarda her filmi seyredebilen çocuklar
Kaç yıl önceydi hatırlamıyorum, bir sinemada filmin henüz başlarında arka sırada ağlayan bir çocuk olduğunu fark ettim. Film çocuklara uygun değildi ve çocuk ağlıyordu. Hiç beklemeden kalktım ve yanındaki kişiyle birlikte çocuğu dışarı çıkardım. Çocuk dört yaşındaydı ve yanında annesi vardı. Hemen sinema yöneticisi/sahibi yanımıza geldi ve bana kızmaya kalkıştı. Çocuğun babasıymış! Adama önce nazik bir dilde, anlamayınca biraz sertleşen bir dilde, çocuğuna böyle filmleri seyrettirmemesi gerektiğini anlattım. Çaresizlik duygumu sanki bugün yaşıyorum gibi hatırlıyorum. O adam, kendi çocuğuna bu filmleri seyrettiriyorsa, başkalarının çocuklarına olmadık filmler için bile rahatlıkla bilet satıyordur. Satıyordu. Satıyor. Maalesef satmaya da devam edecek.
Denetimsiz bir alan bu. Çok denetimsiz. Bugüne kadar sayısız çocuk ve aileye yardımcı olmaya çalıştım, bu tür filmleri seyreden çocukların yaşadığı korkuları sıkıntıları ortadan kaldırabilmek için.
Çarpıcı örnekler çok. Yıllar önce şahit olduğum birini önceki paragrafta paylaştım. Geçen bir yıl içinde hem duyduklarım hem şahit olduklarım, artık bu kadarı yeter dememe sebep oldu.
Geçen yaz başı Altın Koza Film Festivali sırasında halka yüzlerce davetiye/bilet dağıtıldı. Kaç seansta çocuklara hiç uygun olmayan filme ailecek giren ebeveynleri uyardım, sayısını hatırlamıyorum. Bazıları sessizce uydular ve çocuklarını çıkardılar salondan. Bazıları tepki verdi, ne karışıyorsunuz diye. Bazıları ise umursamadı ama film biraz ilerlediğinde söylenerek terk etti salonu. Bazıları da sonuna kadar kaldı salonda. Sinema yöneticileriyle, festival organizasyon görevlilerinden birkaçı ile konuştum. Sonuç alamadım. Sinema yöneticisi, belediye bu davetiyeleri/biletleri dağıtmış, ben kapıdan geri çeviremem bu insanları, dedi. Organizasyonda altyazılardan sorumlu bir arkadaşla konuştuğumda (ismini hatırlamıyorum), o da durumdan rahatsızdı ama kimseyi ikna edemediği için pes etmişti.
Geçen ay bir sinema kompleksinde yaşanan ise facia boyutundaydı. Lanetli Ruhlar (orijinal ismi “Apartment 1303”) isimli filmi seyretmek üzere 10 yaşında çocukların bile salona girdiğine şahit oldum. Yurt dışında, sözgelimi İngiltere ve Güney Kore’de 15 yaş sınırıyla oynamış, çok rahatsız edici sahneleri olan bir filmden söz ediyoruz. Yine sinema yöneticileriyle konuştuğumda, ailesi ile geliyorsa kapıdan çeviremiyoruz diye açıklama yaptılar.
Aileler duyarsız olabilir. Nitekim evlerde neler seyrediyorlar, kimi zaman tek başlarına, kimi zaman ailecek, kimi zaman televizyonda, kimi zaman bilgisayarda. Aileler durumun ya hiç farkında değiller, ya da çok geç uyanıyorlar.
Ancak, AKP’li iletişim profesörü Edibe Sözen’in yüzüne gözüne bulaştırarak “gençleri koruma kanunu” girişiminin yapıldığı ülkemizde, bu yukarıda sözünü ettiğim ve çok önemli olduğunu bildiğim konularda hiçbir şey yapılmıyor.
Bu konularda bir an önce bir düzenleme yapılmalı ve denetim başlamalı. Keşke denetime gerek kalmadan halledilse işler. Denetimci bir zihniyeti alkışlayan birisi olmayı hiç istemem. Ama bu iki konuda denetimsiz çözüm olabileceğini düşünemiyorum. Özellikle sinemalarda sıkı bir denetimin başlaması gerek.
İlköğretimde Okutulan Kitaplar
Bu konuda öncelikle bana ulaşan bir örneği ele alacağım. Bir okulda, ilköğretim ikinci kademede (6., 7. ve 8. sınıflarda) Türkçe öğretmeni çocuklara bir ay içinde okunması gereken dört kitap ismi veriyor (bu da başka bir yanlış tabii; onca dersin ortasında haftada bir kitap!). Kitaplardan birisi Ayşe Kulin’in “Gece Sesleri” adlı kitabı.
Ayşe Kulin bu durumdan haberdar olsa mutlu olur muydu bilemiyorum. Yetişkin dünyasına ilişkin yazdığı, içinde farklı cinsel deneyimlerin çok açık bir anlatımla yer aldığı bir kitabın, 11-13 yaş grubundaki çocukların okuduğunu bilse ne düşünür, bilemiyorum.
Şimdi bakalım kitapta neler var, bağlamdan kopuk olmaması için uzun alıntılarla örneklemeye çalışacağım. Bir konakta ağa çocuğu Yusuf’un konakta çalışan 13 yaşındaki Ziynet’le yaşadıkları anlatılıyor önce. Daha sonra ise, Ziynet’in 13-14 yaşındayken süt anneliği yaptığı ağa torunu Nedim’le daha bebekken yaşadıkları ve Nedim 10-11 yaşlarına Ziynet ise 20’li yaşlarına geldiğinde yaşadıkları anlatılıyor.
Okuyalım:
GECE SESLERİ –Ayşe Kulin
<< (…) Ne demişti Yusuf, bir seher vakti çizgili pijamasını geren dimdik kamışıyla yatağına giriverdiğinde… “Dellenme kız, rahat bırak kendini; koynundaki seyis Memo değil, küçük ağa,” demişti. Ziynet önce sıyrılmaya çalışmıştı Yusuf’un kollarından. Sonra, sol taraftaki döşekte Satı’yı aramıştı. Satı yatağında yoktu. Ayakyoluna mı gitmişti acaba?
“Yapman ağam. Satı bacı su dökmeye gitmiştir, gelir şimdi irezil oluruz ikimiz de.”
“Gelmez. Anamın yanında yatıyor.”
“Niye ki! Onun yeri burasıdır.”
“Sus kız, sus,” demişti Yusuf, “çok konuşuyorsun, biliyor musun?” Bir eliyle memelerini yoğuruyor, diğeriyle bacaklarının arasını okşuyordu. İçi çekilmişti Ziynet’in. Ağzını öpmüş, dilini ağzına sokmuştu Yusuf. Sonra onu sırtüstü yatırmış, bacaklarını yanlara açmış, üzerine çıkmıştı. Donunu eliyle aşağı çekelemiş, sert organını içine zorlamıştı kızın. Kız, acı ile zevkin saç örgüsü gibi tek olduğu bir duyguyu ilk kez tadıyordu. Genç adamı elleriyle göğsünden itelerken, beline doladığı bacaklarıyla da kendine çekiyordu farkına varmadan. Çabuk boşalmıştı Yusuf. Bağıra böğüre sırılsıklam etmişti Ziynet’i. Sonra sırtüstü devrilip derin derin solumuştu bir süre. Derken dizlerinin üzerine doğrulup ayaklarına düşmüş pijamasını yukarı çekmiş, sonra da kalkmış, çıkıp gitmişti odadan, hiçbir şey söylemeden. Ziynet, kendine çok acı, çok korku ve biraz da garip bir zevk veren bu işten iyice sersemlemiş olarak sırtüstü kalakalmıştı, yatağa serili. Taa yaz başında, sofraya yemek getirip götürürken birkaç kere göz göze geldiğini hatırlıyordu Yusuf’la. Oysa Satı uyarmıştı onu, “Erkeklerin gözlerine baktığını görmeyeyim,” demişti. (…) >> (sayfa 43-44)
<< (…) Satı bu yörelerin adetlerini bilmez değildi. Cinsel yaşama gözlerini, evlerinde çalışan genç kadınların koynunda açarlardı ağa oğulları. Onların ahırlara inmeleri hoş karşılanmazdı, kerhanelerdeki karılara gitmelerini de, hastalık kapar ya da bitlenirler diye, anaları istemezdi. Böylece zengin evlerinde ergenliğe giren delikanlıların ilk cinsel deneyimleri, evdeki eli yüzü düzgün kadın hizmetkarlar yoluyla halledilmiş olurdu. Hatta denirdi ki, konaklarda çalışan dul kadınlar, yeni yetmelerin koynuna girmeye can atar. Hem içlerindeki ateşi söndürür hem de bahşiş ve armağana gark olunurlardı. (…) >> (sayfa 48)
<< (…) Küt küt atıyordu yüreği Yusuf’u beklerken. Ya gelmezse! Ya gelmezse! Ender de olsa gelmediği geceler vardı. İşte o zaman dertop oluyordu yatağında, meme uçlarını kendi okşuyor, elini apış arasına sokup dindirmeye çalışıyordu kasıklarındaki ateşi. Ama bir gece gelmese, ertesi gece kesin geliyordu ve her seferinde biraz daha uzun kalıyordu Yusuf hem içinde hem koynunda. Bazen kısa aralıklarla birkaç kez dalıyordu derinliklerine Ziynet’in, bir kere daha… bir kere daha… bir kere daha. Yusuf sevişmesini öğreniyordu, kızın baharda yeni çiçeğe durmuş erik dalı gibi çıtır çıtır, körpe bedeninde. (…) >> (sayfa 50)
<< (…) Bebek ağlamaya başlamıştı. Tekrar kucakladı bebeği, sedire uzattığı bacaklarının üzerine yatırıp sallamaya başladı. Bebeğin minicik ayağı, sallandıkça apış arasına değiyordu Ziynet’in. Bir süre sallanıp durdu böyle. Derken karın boşluğundan kasıklarına yayılan bir yangın başladı içinde. Gözlerini kapatıp kendini dinledi bir an. Yusuf’un altında yatarken aldığı tada benzeyen bir duygu, minik bir tomurcuk gibi baş verip giderek büyüyen, çıldıran, dev bir çiçek gibi yayılıyordu içinde. Bir hamlede çekip aldı bebeğin ayağındaki yün patiği ve bebeğin ipek gibi yumuşacık pembe topuğunu, patiska donun üzerinden kendine bastırdı. Minicik ayağı bacaklarının arasına sıkıştırıp sallanmaya devam etti. Bir ara susan bebek yine ağlamaya başlamıştı. Nedim’in viyakları Ziynet’in hızlanan nefesini, giderek artan kesik çığlıklarını bastırıyordu. Sonunda her ikisinin de çığlığı birbirine karıştı. Ziynet, Yusuf’u beklediği hevesle bekler oldu Nedim’in uyku saatlerini. (…) >> (sayfa 53-54)
<< (…) Nedim kurnanın başında çömelmiş, başını sabunluyordu. Ziynet’i görünce yerde duran sabun beziyle önünü kapattı. (bu Nedim, önceki paragraftaki bebek Nedim; büyüdü ergenliğe yaklaştı. Ü.Ö.)
“Benden utanmaya mı başladın sen yoksa?” Elindeki peştamalı uzattı oğlana. Nedim peştamalı aldı, beline sardı.
“Otur da su akıtayım saçlarına.”
Nedim kurnanın önünceki küçük tahta tabureye oturdu. Ziynet sabunlu saçlarına maşrapayla su dökmeye başladı Nedim’in. Oğlanı yıkarken kendi de ıslandı. Basma eteği sırılsıklam olup dolandı bacaklarına. Saçların durulanması tamamlanınca, “kalk!” dedi Ziynet. Kalktı oğlan.
“Sırtını dön.”
Sırtını döndü Nedim. Sert keseyi eldiven gibi sağ eline geçirip sırtını keseledi oğlanın Ziynet.
“Sen bugün çarşıya inmiyor muydun?”
“İniyodum da, kalabalıktı geri geldim. Dön!”
Döndü Nedim. Bu kez Ziynet oturdu tabureye ve ayaklarından başlayıp bacaklarını yukarı doğru keselemeye başladı oğlanın. Öne eğildiğinde, açılan yakasından memelerinin arasındaki çizgi görünüyordu hamamın buharında belli belirsiz. Başını kaldırınca, Nedim’in sarındığı peştamalın bacaklarının yukarısında gerildiğini gördü. Bir an durdu elleri. Başını hemen önüne eğdi. Bir sıcaklık bastı içine. Çok yıllar evvel Nedim hiçbir şeyi anlamayacak ve anlatamayacak bir yaşta memesini emer bacaklarında sallanırken içine düşen ateş, ne zamandır küllenmişken, birden alev almış gibi yeniden uyandı kasıklarında. Oğlanın bacaklarını sabunlamayı sürdürdü, başı eğik, gözleri yerde. Nedim hiç kıpırdamadan duruyordu önünde. Keseyi bıraktı yere Ziynet, sabunlu elleri sanki parmaklarının ucunda gözleri varmış gibi, nereye gideceklerini iyi bilerek, gitti geldi bacakların arasında, yumuşak temaslarla yukarı doğru uzandılar. Nedim hafif hafif solumaya başladı. Ziynet’in elleri hızlandı. Oğlanın nefesi, Ziynet’in ellerinin temposuna uydu, kesik solukları uzun iniltilere dönüştü. İkisi de nereye varacağını bilemedikleri bir yolculuğa çıkmış gibiydiler. Ne yaptıklarını, neden yaptıklarını bilmiyor, karınlarında patlayan ve acıyı andıran zevk duygusuna, içgüdüsel suç duygusunu da katarak bir çoşku selinde sürükleniyorlardı. Birden inledi çocuk. Ziynet, yüreğinde dolanan ateş topunun, midesinden geçip karnına ve kasıklarına düşüşünü duydu, Nedim’in peştamalını sıyırdı ve basma elbiseyi geren göğüslerini çocuğun seğiren diri organına dayadı, bir an durdu öyle, sonra başını eğdi, dudaklarını, el öper gibi adeta saygıyla Nedim’e değdirerek kutsadı bu anı. Nedim birden boşaldı. Tabureyi devirerek kalktı, fırladı dışarı kız. Hela ile hamamın ortasındaki bölmede bulunan mermer muslukta, yüzüne su çarptı. Bahçeye çıktığında titriyordu. Eve doğru sendeleyerek yürüdü. (…) >> (sayfa 68-69)
İşte 11-13 yaşlarındaki çocuklarımıza bir öğretmenin okuttuğu kitap bu. Kitap, yukarıdaki alıntılarda görülen içerik açısından o yaş grubu çocuklara uygun olmadığı gibi, genel kurgusu ve içeriği açısından da o yaş grubuna uygun değil. Bir konakta yaşayan varlıklı ailenin 1940’lardan günümüze dört nesil boyunca hikâyesinin geri dönüşlerle anlatıldığı bir roman bu (Gece Sesleri Show TV’de Brezilya dizisi kıvamında bir dizi olarak oynamakta, oradan da aşina gelebilir size).
Ama genel kurgusu ve içeriğinden önce yukarıda alıntıladığım bölümler çok daha önemli.
Şöyle bir gelişme görüyorum yakın zamanlarda. Çocuklarımızın, eski zamanlara kıyasla ergenliğe daha çabuk adım atıyor, attırılıyor olduklarına şahit oluyorum. Bunun önemli bir sonucu olarak, genel anlamda arkadaşlık ilişkileri, özelde kız-erkek ilişkileri daha bir sorunlu yaşanıyor. Sadece geçen yıl 11-13 yaş grubunda intihar girişiminde bulunmuş dört kız çocuğuna ve ailesine yardımcı olmaya çalıştım. Bu yazının başında da dile getirdim, artık şaşırmıyorum, şaşırmamayı öğrendim yıllar içinde. Ama sormayı, sorgulamayı bırakacak değilim. Nasıl oluyor da, bu çocuklar intihar girişiminde bulunuyorlar? Neler oluyor da, bu noktaya varılıyor?
Olan şu: Bir yandan aile (kimi zaman hem anne hem baba, kimi zaman sadece anne) kız çocuğunu çok sıkıyor, fazlaca üzerine düşüyor, ama diğer yandan da hiçbir yönlendirme yapmıyor. Çocuğun farklı alanlarda, farklı etkinliklerle kendini geliştirmesine zemin hazırlamıyor, desteklemiyor. Yukarıdaki paragrafta sözünü ettiğim intihar girişiminde bulunan dört kız çocuğu da ebeveynlerinin sadece okul başarısıyla ilgili iletişim kurduğu çocuklardı. Buna iletişim denirse tabii. Nasihat, nasihat, başka bir şey yok. Çocuğun kendini geliştirebileceği başka hiçbir şey de yok. Duygusal ve psikososyal olgunluk kendi kendine olacak değil. Boşlukta gerçekleşmez olgunluk. Boşlukta savruluyor çocuk. Baskı da var üzerinde, o boşluğu doldurmak yerine daha da derinleştiren bir baskı bu. O zaman da çocuk saçma sapan ilişkilerin ortasında buluveriyor kendini. O yaşta intihar girişimi nasıl olur diye aklınız almıyor ilk bakışta, ama biraz ayrıntıya ulaştığınızda bunun hiç de sürpriz bir sonuç olmadığını görüyorsunuz.
***
Sıkıcı bir konuda sıkıcı bir yazıya dönüştü bu. İki günde bitiririm diye oturdum, iki haftadır yazıp yazıp siliyor baştan alıyorum.
Sonuçta çıka çıka bu çıktı işte.
Bir iki kişinin duyarlılığını harekete geçirebildiysem ne mutlu…
Dostlukla,
Üstün Öngel
Sayfamızı Paylaşın
|
Sayfa Yorumları
Yorum Bırakın