Canlı seyrettim Erdoğan’ın AKM’nin yıkılıp oraya büyük bir Uluslararası Kültür Merkezi, vurgulayarak Opera Binası yapılacağını söylediği programı.
Ardından CNN’de Ahmet Hakan’ın Tarafsız Bölgesi’nde Ahmet İnsel’in yorumunu da canlı dinledim. Ahmet İnsel “bu kadar da olmaz” anlamına gelecek şeyler söyledi. Zaten Gezi Parkı nedeniyle böyle tepki alıyorken, bir de AKM’yi yıkacağım demenin alemi var mı, dedi. Sadece Ahmet İnsel değil, bu yönde yorumlayan başkaları da oldu.
Erdoğan'ın bu söylemiyle ilgili farklı bir yorum yapılabileceğini düşünüyorum. Eğer doğru okuyabiliyorsam, Erdoğan orada aslında başka bir şeyi öne çıkarmaya çalışıyordu, becerebildiğim ölçüde anlatayım isterim:
Erdoğan bence bu protesto hareketinin bir “şehirli” eylemi olduğunu biliyordu ama görmek istemedi. Öyle bir şehirli eylemi ki bu, katılımcılar hem ağırlıklı olarak gençler hem de “okumuşlar” (“çapulcu” çıkışını, eskinin mazlumunun bu okumuş şehirliye tepkisi –okumuştan intikamı– diye de görebilirsiniz). Gezi Parkı’nda kitaplık kurulması kadar manidar bir girişim olamaz, bu anlamda.
Erdoğan’ın yaslandığı kitleye bakalım: Ağırlıklı olarak “kasaba kültürünü” taşıyan bir “çoğunluk” bu (hem Anadolu için hem İstanbul ve Ankara için söylenebilir bu). Belki kendi bildiğince şehirleşmeye başlayan ama daha işin başında bir kitle bu aynı zamanda. Bu arada Erdoğan kıyı şehirlerde (bilhassa Ege ve Akdeniz’de), yani şehir kültürünü daha iyi bir noktada yaşayan kesimlerde oylarını bir türlü istediği düzeye çıkaramıyor.
Türkiye’nin son yıllardaki şehirleşme hızına bakalım bir de: Altmışlarda %33 iken 2000’de %71 bugünlerde ise %78’e çıkmış durumda şehirleşme oranı. Çok değil 30 yıl önce nüfusun azınlığı şehirde yaşarken, şimdi çoğunluğu şehirde yaşıyor. Ancak eğitimiyle, kentli yaşam tarzıyla, kültürüyle, görgüsüyle, vizyonuyla, gelecek planıyla, sistematik düşünce oluşturmasıyla gerçek anlamda bir şehirli kültürünün gelişmesi, olgunlaşması için en az bir nesile daha ihtiyaç var.
Erdoğan ve çevresi şunu da biliyor olmalı: Yönetim, ülkenin geleceğinin belirlenmesi, en nihayetinde bilgiden geçiyor, bu bilgi de şehirli ve okumuş kesimde. O nedenledir ki, Gülen hareketi de eğitime inanılmaz ağırlık veriyor, hem kendi eğitim kurumlarını oluşturuyor, hem “elit” kurumlara kendi kesiminden gençlerin dahil olması için elinden geleni yapıyor. Bu ilk başlarda Anadolu Liseleri üzerinden yapıldı (ilk zamanlardaki Anadolu Liselerinin kalitesine bakın; o nispeten kaliteli eğitim içindeki gençleri kendi kapalı veya yarı kapalı cemaat yapısına devşirdi ve bugünün kilit noktalarına yerleştirmek üzere hazırlığını yaptı), yakın zamanlarda isimlerini vermeyeceğim elit özel okullara ve elit üniversitelere kadar uzandı.
((Gülen’in “misyoner okulu” modelini de eski Amerikan (Anglo Sakson) modelinden nasıl aldığını ve Amerika’nın da, Gülen’in bu emperyal-misyoner okul girişimlerini, artık İslam ağırlıklı ülkelere kendi eskimiş misyoner okullarıyla kolay ulaşamayacağını da görerek desteklediğini de tespit etmek lâzım. Amerika –Batı–, İslamın Türkiye gibi ülkelerde hızlanan ivmesini fark etti, İslamı karşısına aldığında kaybedeceğini gördü ve bir yandan Erdoğan gibi Milli Görüş’ten ayrışmaya başlayan birini destekleyerek İslamı evcilleştirirken, bir yandan Amerikan kültürünü bu Gülen okulları ve benzeri yollarla o kültürlere eklemledi. Abdullah Gül’ün Kayseri’deki üniversitesi bu modelin en yeni örneğidir.))
(( Çağrışımlar, anılar çoğalıyor zihnimde: 1991-1995 arasında İngiltere’de Sussex Üniversitesi’nde doktora yapıyordum. Bir dönem Hacettepe Üniversitesi’nden bir İstatistik hocası, misafir öğretim üyesi olarak birkaç aylığına gelmişti Sussex’e. Çimler üzerinde sohbete dalmıştık hocayla… IDS (International Developmental Sciences –Uluslararası Gelişim Bilimleri) adlı bir merkeze gelmişti. Seminer de vermişti merkezde. “Kalkınma” üzerine oldukça kavramsal, teorik bir sunum yapmıştı hoca. Davet eden İngilizler hiç hoşlanmamışlardı fakat sunumdan. Hoşlanmamışlardı çünkü bu tür kavramsal, kuramsal konulara “azgelişmiş ülke” akademisyeninin, aydınının kafa yormasından hazzetmiyorlardı. İstedikleri, o misafir akademisyenin ülkesi hakkında “veri” paylaşması idi. Kuramsal kavramsal konulara girmesin, Batı’nın kavramlarının, modellerinin o ülkede nasıl yer buluyor olduğunu anlatsın istiyorlardı. Kendilerine sunulacak verileri o ülkelerde yürütecekleri çalışmalar, yatırımlar vs. için kullanmaktı amaçları. Çeşitli Afrika ülkelerinden, uzak doğu ülkelerinden (Hindistan, Pakistan gibi) davet ettikleri kişiler aynı zamanda bürokrasinin kilit noktalarındaki kişilerdi. Hoca da o zamanlar sadece üniversitede akademisyenlik yapmıyordu, aynı zamanda bürokraside de görevi vardı, davet edilme sebebi de buydu zaten. Ciddi bir bütçeye sahip (o zaman 8 milyon pound idi) bu IDS denen merkez bu yatırımın karşılığını o ülkelerle yürüttüğü çeşitli faliyetlerle misliyle çıkarıyordu. O yıllarda, hafızamda doğru kaldıysa 1992’de bu IDS hikayesini anlatmaya çalıştığım “Kalkınma Dedikleri” başlığıyla bir şeyler çiziktirmiş ve Attila İlhan’a yollamıştım, o da sağolsun köşesinde neredeyse olduğu gibi yayımlamıştı. Son on yılını biraz ayrı tutarsam eğer, Attila İlhan Türkiye’nin Batı’yla ilişkisini, ya da daha doğrusu Batı’nın Türkiye’yi nasıl ele geçirmiş olduğunu ve Türk aydınının da nasıl uykuda olduğunu mükemmelen ele almış emsalsiz biriydi benim gözümde. Son on yılını biraz ayrı tutarsam dedim, zira ilerici ulusalcılığın muhafazakar bir milliyetçiliğe kurban edilişinin belli ölçüde içinde yer aldı.))
((Benim doktora yaptığım dönemde azımsanmayacak sayıda –40 civarı– doktorant vardı Sussex’de. Çoğu teknik branşlarda, ağırlıkla “teknisyen” olarak yetiştirilen, sanki özellikle seçilmiş gibi ciddi bir çoğunluğu da “milli görüş” tabanından “dini bütün” arkadaşlardı bunlar. Şöyle tuhaf bir duruma da şahit oluyordum: Altyapıları, hem dil seviyeleri, hem genel akademik birikimleri oldukça zayıf olduğu için çoğu, danışmanlarının onlarla yeterince ilgilenmediğinden şikayetçiydi. İstedikleri, danışmanlarının onlara “ne yapacaklarını” doğrudan söylemesiydi. Doktora denilen şeyin “bağımsız çalışma” olduğunu bileni çok azdı. Muhtemelen o grup içinde danışmanından memnun olan bir ben vardım. Benim danışman yapmak isediğim çalışmayı tam benimsememiş olsa da, benim bağımsız çalışma disiplinime saygı duyuyor ve bana gerektiğince rehberlik etmek dışında karışmıyor, müdahale etmiyordu. Benim çalışmamı benimsemesi çok da mümkün değildi aslında. Yukarıda bahsettiğim İstatistik hocasının sunumunda hoşlanmadıkları kuramsal, kavramsal konulara da giriyordum ve Batı’nın psikoloji disiplini içinde evrensellik kisvesi altında dayatıyor olduğu bilgiyi masaya yatırıyordum.))
Ana konuya devamla: Erdoğan ve AKP Batı’ya entegredir. Ticaret ve inşaat ağırlıklıdır. Bu iki ana alan Batı’nın yeni emperyal düzenini pürüzsüz bir şekilde sürdürmesini sağlar. Ulusal özgün bir güç oluşturmasını kimse istemez Türkiye’nin. Bu bölgede İran gibi kontrol edilemez ikinci bir güç oluşması işlerine gelmez. Dolayısıyla Türkiye'nin ilerlemesi olabildiğince Batı'nın kontrolü altında olmalıdır. Erdoğan istediği kadar kabadayılık yapsın, İsmet Berkan’ın defalarca çok isabetli bir şekilde vurguladığı üzere, üniversitesinde temel bilimlerde ilerleme olmadıkça ve dolayısıyla bağımsız güç oluşturmayı sağlayacak yaratıcı faaliyetler üzerinden olabildiğince bağımsız üretim gerçekleştiremediği müddetçe Türkiye “gelişemez”, her zaman dik durabilecek bir güce kavuşamaz.
Erdoğan dönemi üniversite sayısının en hızlı oranda arttığı ama bir o kadar da kalitesizleştiği bir dönemdir aynı zamanda. Kentli olmayanın üniversitesi de olmaz, bunu iyi bilelim. Özal dönemi ilginç bir şekilde üniversiteye, çalışanların özlük haklarını iyileştirmek başta olmak üzere, ciddi bir desteğin verildiği bir dönemdir. Erdoğan çok gerisindedir Özal’ın.
Şimdi ne oluyor peki? Gerçek kentli bir nüfus sayıca azınlıkta olsa da sesini çıkarmaya başlıyor. Şunu da öngörmek mümkün belki: Erdoğan’ı destekleyen çoğunluk, özellikle yeni nesilde, okumuşluğuyla, kent kültürüne yavaştan entegre oluşuyla, Erdoğan’ın dikte etmeye çalıştığı yaşam tarzından uzaklaşacak ve ondan beklenen itaat içine girmeyecek. İşte o zaman Erdoğan nasıl bir yol izleyecek, merakla bekliyorum. O nedenle de Erdoğan, kitlesinin şehrin modern yaşam tarzına yavaştan dahil olmaya başlıyor olduğunu görüyor ve çeşitli ters çıkışlarla kitlesini elinde tutmaya gayret ediyor. Nafile bir çaba bu, nehir tersine akmaz, akmayacak.
İşte şimdi Erdoğan’ın Opera Binası vurgusuna daha yakından bakabiliriz. Erdoğan’ın ifadesinde herkes “yıkmak” fiiline takıldı. Hayır, Erdoğan orada peş peşe vurguyla önce Uluslararası Kültür Merkezi, ardından Opera Binası derken, şimdiki AKM’nin arkasında otopark olarak kullanılan boşluğu da kullanarak çok daha büyük ve “görkemli” bir yapıyı inşa etmekten söz ediyordu. Bunu, kentin elit kesimine, onun aslında dışında yer aldığı ve içten içe (ne içten içesi, açık açık) dışlanma duygusu da yaşıyor olduğu kesime bir müjdeli haber olarak iletiyordu. Bu elbette belli ölçüde bir göz boyama girişimi olarak da görülebilir. (AKM'nin kaç yıl kapalı durduğuna, yenileme kararı alınıp Sabancı'nın da 30 milyonluk katkısıyla çalışmaların başlamış olduğuna, sonra birden bire gelen talimatla çalışmanın durdurulmuş olmasının ayrıntılarına girmeye gerek yok; elbette baştan aşağı yanlış tuhaf bir süreç bu.)
Göz boyama girişimi bile olsa, kentin tamamen ellerinden gidiyor olduğunu hisseden kesimle iletişim kurma çabası olarak da görülebilir bu. Yoksa Erdoğan'ın ne operayla ne baleyle bir yakınlığı olmadığını herkes biliyor, bir zamanlar bale hakkında sarfettiği sözler hâlâ hafızalarda. Bunun yanı sıra, o gün Opera Binasından söz ederken, kilise ve cami projesinden de bahsetti Erdoğan. Kilisenin çevresindeki binaları yıkıp kilisenin varlığını daha bir ortaya çıkarıp, karşısına bir yere cami yerleştirmekten de söz etti. Bakın işte biz Türkiye’de her dine saygılıyız İstanbul’u ziyaret eden de bunu çok açık bir şekilde görsün, anlamına geliyordu sözleri.
Saygılı mı, değil aslında. Derdi zevahiri kurtarmak.
Emek Sineması örneğinde olduğu gibi, öyle tarih duyarlılığı, kentin dokusunu koruma duyarlılığı beklemek saflık olur. Topçu Kışlası da tarih duyarlılığı ile ilgili değil, basit bir kişisel kompleks, o kadar. Kendi kafasına göre doğru bellediği şeyi yıkıp-inşa ederek gerçekleştirmek derdinde. Ama şimdi işler değişecek.
Gönüllü olmasa da kendisi de değişecek. Yakın bir gelecekte olmasa da Erdoğan’ı bir opera temsilinde görürseniz şaşırmayın. Hazır Wagner’in 200. doğum yılı sebebiyle her yerde Wagner operaları sahneleniyor, birini denk getirirse, Nazi sempatisiyle de bilinen Wagner’in insanı tuhaf bir çoşkuya sürükleyen müziğiyle de tanışabilir.
/…
Üstün Öngel, Sosyal Psikolog
Sayfamızı Paylaşın
|
Sayfa Yorumları
Yorum Bırakın