Aşağıda www.iyibilgi.com sitesinin yönelttiği bir soruya verdiğim uzun yanıtı bulacaksınız. Söz konusu sitede yayımlanan içerik aynı olmakla birlikte, benim tercih ettiğim ara başlıklar yerine röportaj formuna uyması için sorular yerleştirilmiş...
Üstün Öngel
*Reklam ve televizyon programlarının çocuklar üzerindeki olumsuz etkileri artık dilden dile dolaşır ve çok konuşulur oldu. Son günlerde hepimizi üzen taciz olayları da göz önünde bulundurularak çocukların reklam filmlerinde ya da televizyonlarda vs. programlarda boy göstermeleri çocuk tacizlerini tetikleyebilir mi? (Özellikle reklamların algıladığımız yanları dışında bizlerde bıraktığı alt etkiler ve anlamlar da tartışılıyor. Çocuk bezi reklamlarında popoları açıkça sergilendiğinde ya da selocanların iç burkan göz yaşları seyredildiğinde tacize meyilli kişilere alt anlamları açısından mesaj veriliyor olabilir mi?)
Bu cevabı kolay bir soru değil. Televizyonda/sinemada önümüze sürülen her bir görüntünün, kurgunun üzerimizde bir etkisi var mutlaka. Kimi zaman doğrudan, kimi zaman dolaylı olarak –alt -metinler üzerinden. Sözgelimi şiddet hakkında bu bağlantıyı hemen bulabiliyor, gösterebiliyoruz.
Gençler kimlerle özdeşleşiyor?
Kurtlar Vadisi’nin nasıl bir zincirleme etki oluşturduğunu son yıllarda gördük örneğin, gençler özdeşleşiverdiler o dizideki ana karakterlerle (en çarpıcı özdeşleşme de “Çakır” karakteriyle olanıydı). Keza çocuklara yönelik çizgi filmlerdeki şiddet unsuru ve “kahraman” olgusu da, çocuklar üzerinde hemen görülebilecek etkilere sahip.
Bunun yanı sıra, doğrudan etkiler ile dolaylı etkiler arasında bir yerde görülecek etkiler de var bu televizyon/sinema kurgularında: Toplumsal rollerin (temelde erkek egemen kültüre özgü roller bunlar) yeniden ve yeniden üretilmesi. Yukarıdaki örneği tekrar kullanırsak, Kurtlar Vadisi’nde, şiddet kadar, hatta daha da önemli düzeyde, erkek dünyasına ilişkin yerleşik değer ve tutumların yeniden üretilmesini görebiliriz (ve yine “Çakır” karakterinin neden böylesine bir “özdeşleşme” figürü olabildiğini, buna bakarak anlayabiliriz belki).
Ama bütünüyle dolaylı (alt-metinler aracılığıyla) önümüze çıkan etkiler her zaman kolay görülebilir/gösterilebilir etkiler değil. Dikkatli göz gerektiriyor bunlar. Bunu, özel ilgi ve çalışma alanımda yer alan bir konuyla ilişkili olarak bir film üzerinden örneklemek isterim:
“Akıl Oyunları” ahlâksızlığı
“Akıl Oyunları” adlı film, Nobel ödüllü matematikçi John Nash’in biyografisine dayanan bir filmdi. İlk gençlik yıllarından başlayarak ciddi psikolojik sorunlarla (teşhis: “şizofreni”) boğuşan Nash, karısının da zoruyla “tımarhaneye” kapatılmış ve o dönemlerde uygulanan (sonra tehlikeleri nedeniyle yasaklanan) “insülin koması”na maruz kalmıştı (psikiyatrinin böyle sonradan yasaklanan başka “tedavi” yöntemleri de vardır, beyne yapılan cerrahi bir müdahale olan “lobotomi” de bunlardan biridir, üstelik lobotomiyi bulan nörolog Egas Moniz’e Nobel Ödülü bile verilmiştir!). Sonra tımarhaneden çıkan Nash, verilen ilaçları almayı reddettiği gibi, herhangi bir psikiyatrik müdahaleyi de kabul etmemişti. İleri yaşlarına kadar ilaç almadan, kendi gücüyle idare ederek yaşamını sürdürmüştü, sürdürüyor.
Oysa filmde, Nobel Ödülü’nü aldığını bildirmek üzere üniversitede kendisini ziyaret eden komisyon temsilcisine şöyle der Nash: “Genelde ödülü bildirmek için ziyaret etmezsiniz, ama galiba törene katılabilecek durumda olup olmadığımı görmek için geldiniz, merak etmeyin, iyiyim, yeni çıkan ilaçlardan kullanıyorum.”
Genelde filmlerde bu tür çarpıtmaların, tahriflerin olduğunu biliyoruz, nihayetinde bu da onlardan biri deyip geçebiliriz. Fakat o kadar basit değil. Burada çok önemli alt-anlamlar var.
Birisi, “şizofreni” denen şeyin, topluluk önüne çıkıldığında risk taşıyan bir durum olduğu (nasıl katılacak ki “şizofren” Nash Nobel törenine?). Diğeri, “şizofreni” ile “ilaçsız” başedilemeyeceği. Ama bu ikisinden de önce, “şizofreni”nin bir “hastalık” olduğu. Dahası, “yeni çıkan ilaçların” eski ilaçlardan daha etkili olduğu. Oysa bugün biliyoruz ki, bizzat psikiyatristler (dürüst olan bazıları), bırakın “şizofreni”nin” “hastalık” olup olmadığını, “şizofreni” diye çerçeve içine alınabilecek bir “şey” olmadığını söylüyorlar,. İlaçlar konusunda ise, yeni çıkanların (her seferinde “mucize ilaç” diye piyasaya sürülür bunlar) eskilerinden daha etkili olmadığı gibi olumsuz etkiler bakımından da daha güvenli olmadıklarını biliyoruz. En önemlisi de “şizofreni” denen şeyin özellikle ilk başlangıç aşamalarında hiç ilaca başvurmadan saf psiko-sosyal yaklaşımla geçtiğini biliyoruz (ilaçla geçmiyor zaten, sadece belirtiler kısmen kontrol edilebiliyor ve kişi ömür boyu ilaca mahkum ediliyor).
İşte bu filmi seyreden bir sade vatandaş, Nash’in çarpıtılmış hayat hikayesi üzerinden “şizrofreni” denen şey hakkında tüm bu yanlış bilgileri alt-metinler aracılığıyla ve bilinç-altı düzlemde algılıyor ve benzer bir durumla (dağılma halindeki bir bireyle) karşılaştığında zihninin bir köşesine yerleşmiş bu bilgilerle/şemalarla hareket ediveriyor, o kişiyi “hasta” olarak görüyor, çoğu zaman o kişi istemese de tımarhaneye kapatılmasını sağlıyor, ilacı kaçınılmaz görüyor.
Edilgenlikten çıkan çocuklar
Buradan ana soruya döndüğümüzde, yani reklamlarda/dizilerde önüne çıkan “çocuk karakterler”in, zaten çocuklara (cinsel) eğilimi olan bir yetişkinde bu eğilimi arttırıcı/tetikleyici bir etkisi var mıdır sorusuna döndüğümüzde, bu bağlantıyı hemencecik kuramayacağımızı düşünüyorum.
Hatta şaşırtıcı gelebilir kimilerine, tam tersinin söylenmesi bile mümkün bu konuda. Çocukların televizyonda/filmlerde daha sık yer alması, onların yaşamın içinde birer “birey” olarak algılanmalarını, dolayısıyla “evdeki –el altındaki– tatmin objesi” olarak kullanılmasının azalmasını sağlayabilir, diyebiliriz. Örneğin “Çocuklar Duymasın” dizisinin “Havuç”u, yetişkin dünyasında pasif bir figüran değil, yetişkin dünyasını etkileyen hatta yöneten “aktif” bir eleman olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla çocuk ne kadar edilgenlikten çıkarsa, o ölçüde olumsuz bir durumla karşılaşma olasılığı da düşer.
Suistimaller artıyor mu?
Ama bu ana sorudan önce, son aylarda basına da yansıyan çok küçük çocuklara yönelik suistimallerin (17 aylık bebeğe ve 3 yaşında çocuğa yönelik tecavüzler), genelde çocuklara yönelik (cinsel) tacizlerin arttığı anlamına gelip gelmeyeceğini de netleştirmek gerek. Gayet mümkündür ki, son yıllarda bu konuların daha tartışılabilir olması bu tür olayların açığa çıkmasını kolaylaştırmıştır. Yıllardır çocuklara yönelik (18 yaşın altını çocuk olarak kabul etmeliyiz) cinsel tacizleri inceleyen birisi olarak, beni bu son haberler hiç şaşırtmadı diyebilirim, bunların maalesef ne kadar yaygın yaşandığını biliyorum çünkü.
İnkârın ardamarı
Fakat bu konulara ilişkin genel bir “inkâr” ve “üzerini örtme” girişimi vardır tüm toplumlarda.
Bu inkârın, insanlara yardım sunması beklenen bir mesleki örgüt içindeki hikayesi de dikkatle bakılması gereken bir olgudur ayrıca. Psikiyatri, Freud’dan başlayarak çok uzun bir süre, bu cinsel taciz anlatımlarının (genç kızların/kadınların aktardığı, psikiyatriste anlattığı cinsel taciz/tecavüz hikayelerinin) “hayal ürünü” olduğunu söyleyegelmiştir. Bugün biliyoruz ki, Freud 1896’da cesaretle bunların gerçekten yaşanan şeyler olduğunu söylerken doğruyu yakalamıştı; ama aynı Freud, yaşadığı mesleki tecrit sonucu (geçimini sağlayamaz durumdaydı), 1900’lerin başından itibaren bunların hayal ürünü (fantezi) olduğunu söylemeye başladığında –asrın çark edişi denebilir buna– yanılıyordu. Freud bu görüş değişikliğini meşrulaştırmaya çalışırken, “bu kadar yaygın olamaz ki” diyordu; ama bir yandan da çok yakın arkadaşı Fliess’e yolladığı bir mektupta, “ben hâlâ tecavüz teorisine inanıyorum” diye yazıyordu (bu mektup yıllarca saklanmıştır, halk Freud’u yanlış anlayacak gerekçesiyle).
Psikiyatri zaten öteden beri toplumsal inkârın eşlikçisi olagelmiştir; sadece cinsel taciz konusu değil, çocuklara yönelik her türlü ihmal ve suistimal hep görmezden gelinmiştir psikiyatri kurumu tarafından. Bunun en güncel örneği, adına “hiperaktivite ve dikkat eksikliği” (HADE) dedikleri gelişim sorunudur. Hatalı ebeveyn yaklaşımlarının sonucu olarak ortaya çıkan bu sorun, psikiyatri tarafından elde hiçbir kanıt olmamasına rağmen “beyin hastalığı” diye tanımlanıp ölümcül sonuçları olan kokain benzeri uyarıcı ilaçlarla sözde tedavi edilmekte yıllardır.
“Kutsal” aile
Neticede, “aile” tabu derecesinde dokunulmazlığa sahiptir. Konu ister cinsel taciz olsun, ister “HADE” vb. olsun, kimse aileye bakmaz, dokunmaz. Cinsel tacizlerin de çoğunlukla aile içinde (baba tarafından) gerçekleştiğini biliyoruz ve kimse buna dokunmaya cesaret edemiyor kolay kolay. Burada sadece “aile”nin kutsallığı değil, aynı zamanda “erkek egemen” toplumsal yapının da büyük etkisi var. (Ailenin kutsallığı erkeğin istediği gibi hareket etmesine paravan oluyor üstelik.)
Örneğin, tacizci/tecavüzcü babanın yediği haltlardan kimi zaman anne haberdar oluyor. Fakat sesini çıkaramıyor. Hem ailenin kutsallığına, hem “babaya” (kırsalda “ata” denir babaya) karşı çıkamıyor. Konuyu açığa çıkarsa, aile “rezil olacak”. Öte yandan baba “dellenecek”, kim bilir neler yapacak. Ayrıca kime başvuracak ki anne? Herhangi bir güvencesi yok ki, rahatlıkla gitsin başvursun, şikayetinin arkasını getirsin…
İşte o noktada toplumun “açık toplum” olması, çocuğun ve kadının sağlam güvencelerin varlığını görmesi, hissetmesi çok önemli. Toplum kapalı yaşadıkça, aile kendi içine kapalı kaldıkça, bu olayların önüne geçmek fevkalade zor. Basına yansıyan bu son olayların bu açıdan önemi büyük: İnkâr kırılabilir şimdi. Yıllardır yaşanan, yaşandığı bilinen ama inkâr edilen bu suistimallerin varlığı yavaş yavaş kabul edilebilir belki.
Tacizcinin ekmeğine yağ sürmeyelim
Adına “pedofili” (çocuk sevicilik) dedikleri şeyi “hastalık” olarak tanımlarsak, tacizcinin ekmeğine yağ sürülmüş olur. “Ne yapayım, hastayım işte” diye işin içinden çıkabilir. Ayrıca, konuyu sadece bu haltı yiyen kişi üzerinden ele almaya kalkışırsak, büyük resmi anlama fırsatını da kaçırmış oluruz. Ayrıca çözüm olarak ne yapacağız yani, tek tek bu (“hasta”) kişileri tespit edip, “tedavi” mi edeceğiz? Hadi buna kalkıştık, nasıl “tedavi” edeceğiz?
Bu kişilerin yaptıklarını, “bilinçli” bir bireyin işlediği bir “suç” olarak tanımlamamız yerinde olur. Bilinçli ama deyim yerindeyse “defolu” bireyin. Bu “defo”nun doğuştan filan geldiğini söylemek akıl ve bilim dışı, bunu da özellikle not etmekte fayda var. Bu “defo”, çoğu zaman bu kişinin kendi çocukluğunda maruz kaldığı suistimalle alakalı. Bu sadece cinsel suistimal değil; şiddet, aşağılama, ihmal de en az cinsel suistimal kadar örseleyici. Belki de en önemlisi “ihmal”. Zira ahlâk ve vicdan gelişimi, özdenetim yetisi, ebeveynin ve eğitimcilerin çocuğa “ilgiyle”, “sevecenlikle”, “denetimle”, “olgunluk talepleriyle” kazandırabilecekleri özellikler. Boşlukta kendi kendine gelişmez bu özellikler. Çocuğun, olgunlaşma sürecinde dürtülerini kontrol edebilmeyi öğrenmesi ancak uygun ortamda, ilgiyle örülmüş uygun ebeveyn-çocuk ilişkisi içinde gerçekleşebilir. Bu olmadığında, yaptığının sonuçlarını düşünmeden hareket eden bir birey çıkar karşımıza.
Düşünmeden davranan modern insan
İşte tam da buradan hareketle “reklamların” ve algı süresi sürekli hesap edilerek kurgulanan dizilerin (reklam tekniğiyle kurgulanan dizilerin), izleyiciyi neye alıştırdığına bakarak bir sonuca ulaşabiliriz. Biliyoruz ki “reklam” izleyiciyi “düşünmeden” o ürüne yöneltmeyi amaçlar, dürtüsel davranış alışkanlığını besler. Modern hayatta çoğu durumda birey “özdenetimini” kaybetmiş bir haldedir. Beslenme alışkanlığından tutun (“fast-food” tüketimine bakın), cinsel ilişkilere kadar neredeyse her şey dürtülerin anında doyurulmasıyla hayat bulur modern insanda.
Önce karnında sonra kucağında bebek hiç çekinmeden sigarasını içen kadın, küçücük çocuklarını evde yalnız bırakıp gezmeye giden anne-baba, evde bilgisayar başında oyuna dalan baba (çocuğundan fazla oyuna dalan baba), kendi keyfine dalıp çocuğuyla ilgilenmeyen –ihmal eden– anne-baba, cinsel dürtülerini hiç duraksamadan çocuğun üzerinden tatmin eden baba, hep anında tatmin arayan modern insanın çeşitlemeleri…
Reklam bombardımanı altındaki bireyin de, özellikle küçüklükten beri olumsuz alışkanlıkları (özdenetim eksikliği anlamındaki alışkanlıkları) ilerlemiş bireyin, dürtülerini daha az kontrol edebilen biri haline gelmesi gayet büyük bir olasılık.
Fakat, bu genel etkinin, özelde reklamlarda çocukların kullanılmasıyla daha da artıp artmadığını söyleyebilmek kolay değil. Yukarıda da belirttiğim gibi, tam tersi bir etki bile söz konusu olabilir. Bu ciddi bir araştırma konusudur ve bildiğim kadarıyla çalışılmış bir konu değildir. Yine yukarıda değindiğim üzere, son zamanlarda basına yansıyan haberlere bakarak, cinsel suistimallerin arttığı sonucunu çıkarmak da kolay değil.
Bu konuda güvenilir istatistik veriye sahip değiliz Türkiye’de. Batı’da daha güvenilir tutuluyor bu veriler. Ama orada da, sözgelimi Freud zamanında Avrupa’da (Viyana’da) yaşanan cinsel suistimallerin, bugünün Avrupa’sına kıyasla daha az veya daha çok olduğunu bilmiyoruz. Freud, neredeyse “tedavi” ettiği her kadının, çocukluğunda cinsel suistimale uğradığını görmüştü. Paris ziyareti sırasında da, suistimallerin çok yaygın olduğuna şahit olmuştu. “Cinsellik” denen şeyin neredeyse hiç konuşulmadığı o zamanlarda, bu tür konuların “kapalı” tutulduğu o zamanlarda, cinsel suistimallerin de daha çok yaşandığı tahmin edilebilir sanırım.
“Cinsel Devrim” sonrası
“Cinsel Devrim”, 1960’lı yıllarda yaşandı, ama bu kez de cinsellik “pornoya” malzeme edilerek, başka bir tehlikenin içine itildi toplumlar. Cinsellik hâlâ hakkında rahat konuşulabilen bir şey değil. İşin eğitim kısmı da, birtakım “iyiniyetli” girişimlere rağmen bir türlü yeterli düzeye gelmiş değil. Şunu söylemeye çalışıyorum: Cinsellik hâlâ dürtülerin doyurulduğu “performans” odaklı bir etkinlik olarak görülmekte, yaşanmakta. Örneğin, “uzman” denilen kişilerin “haftada şu kadar sayıda cinsel ilişki sağlıklıdır” gibi ifadeleriyle veya gazete ve dergilerde (ideal) cinsel ilişki sıklığı hakkında çıkan haberlerle karşılaştığımda böğrüme bir şey saplanır. Cinsellik, tensel-duygusal-düşünsel bir büyük buluşma olmaktan çıkarılmış (ki bu “buluşmanın” sayısı söz konusu edilemez, “çetelesi” tutulamaz!), iki bedenin birbirini tatmin objesi olarak kullanmasına indirgenmiştir maalesef.
İnsan(lık) henüz gelişimin alt basamaklarında. Sömürünün, savaşın, şiddetin varlığı eski çağlara göre azaldı belki, ama hâlâ yok olmadı işte. Cinsellik, hâlâ erkek dünyasının tanımladığı ve belirlediği bir “şey”. Erkek cinselliği, bir boşalma aktivitesinden ibaret. Küfürlerin en ağırları cinsel içerikli ve hep “girme”, “sokma” fiili ile örülmüş.
Gelişimin alt evrelerini aşamamış tacizci de cinsellik dendiğinde “boşalmayı”, sadece “fiziksel tatmin”i anlıyor ve en kolay ulaşabileceği çocuğu(nu) kullanıyor bu amaçla. Diğer birçoğu da kadını kullanıyor; muhtemelen evlilik içi tecavüzler (hiç istatistiği tutulabilir bir olgu değil bu) tüm tecavüzler içinde en yüksek sayıdadır.
Nasıl koruyacağız peki?
Çocukları bu suistimallerden korumanın bir yolu var mı? Kısa ve uzun vadeyi ayrı ayrı değerlendirmek gerek. Uzun vadede en etkili yol, cinselliği tanımlama biçimimizin (cinsel zihniyetimizin) değişmesi olacaktır. Bu konuda kadınların daha aktif rol üstlenmesi gerekir. Cinselliğin tanımlanmasını erkeklerin elinden alıp, ortak bir zeminde tanımlanması için mücadele etmeleri gerekir.
Kısa vadede yine kadınlar üzerinden daha etkili sonuçlara ulaşılabilir. Yukarıda değindim, kimi zaman (belki de çoğu zaman) kadın/anne, bu suistimalden haberdar oluyor. Ama susuyor, saklıyor, saklanıyor. Kadının önüne sağlam güvenceler çıkarılması gerek. Bunu maalesef devletin sağlayabileceğine inanmıyorum. Ya da sağlayacaksa da, sivil örgütlerin girişimleriyle, konuya daha kuvvetle sahip çıkmasıyla, zorla olacak bu. Öncelik sivil örgütlerde yani. Her fırsatta bu konuyu gündeme taşımaları gerekiyor sivil örgütlerin. Sadece böyle çarpıcı olaylar olduğunda değil, süreklilik içinde konuyu gündemde tutmaları gerekir. Açıkça ve daha yoğun tartışılmasını sağlamamız çok önemli. On yedi aylık bebeğin maruz kaldığı cinsel suistimalle ilgili açılan davada, hakim çok yerinde bir kararla, duruşmaların gizli yapılmasını kabul etmedi, toplumu ilgilendiren bu çok önemli konuda duruşmaların açık yürütülmesine karar verdi. Bravo ona. Bu açıklığı sürdürmek gerek. Açıklıkta, bunlar azalacaktır, kimsenin şüphesi olmasın. Musibetler hep kapalılıkta oluşuyor, artıyor. Hiçbir uzman grubunun, hiçbir yetkilinin konuyu örtbas etmesine izin vermemeliyiz. Açıklığı zorlamalıyız.
Sayfamızı Paylaşın
|
Sayfa Yorumları
Yorum Bırakın