Not: Aşağıdaki yazıyı 1993 yılında İngiltere'deyken yazmıştım. On bir yaşında iki çocuk, iki yaşındaki bir bebeği acımasızca öldürmüştü. Şimdi de Türkiye'de bir yandan 17 aylık bir bebeğin yaşadığı suistimal, taciz ve tecavüz, diğer yandan iki genç adamın bir günde peş peşe yedi kişiyi hedefsizce öldürmesi konuşuluyor. Bu eski yazıyı "güncel" bölümüne yerleştirmemi garipseyebilirsiniz, ancak Türkiye'de yaşananlarla ilişkisi kurulabilir diye düşündüm...
Üstün Öngel
KURU GÖZYAŞLARI
Üçü kadın 12 kişiden oluşan halk jürisi karar vermek üzere çekildiğinden beri tam 5 saat 31 dakika geçmişti. Duruşmayı salondan takip edenlerle, dışarıda bekleşen kızgın kalabalığın istediği tek bir şey vardı: Kana kan. Suçlular cezalandırılmalıydı.
Yargıç Morland kararı açıkladı: "Benzeri olmayan bir şeytanlık ve canilik örneği gösteren bu 'doğa hatası' çocuklar süresiz hapis cezasına çarptırılmışlardır. Tam anlamıyla rehabilite edildiklerinden ve topluma hiçbir surette zarar vermeyeceklerinden emin olmadıkça serbest bırakılmayacaklar. Bu karar Majesteleri Kraliçe'nin insiyatifine bırakılmıştır." (yetişkinlere verilen müebbet hapsin eşdeğeri anlamına geliyor bu)
Geçtiğimiz hafta İngiltere'yi gerçek anlamda birbirine katan bu dava nasıl başlamıştı? 11 yaşında iki çocuk (duruşma boyunca A ve B olarak adlandırılan, iki kişilik çetenin başı Robert Thompson ve üyesi John Venables), iki yaşında bir bebeği (James Bulger) 1993 Şubat ayında acımasızca öldürmüştü. Aylarca süren inceleme sonunda polis nihayet yeterli kanıtları topladı; kuşku yoktu, bu iki okul kaçağı minik cani kimsenin bir türlü inanmak istemediği şeyi yapmıştı: Liverpool'un kalabalık bir alışveriş merkezinde, annesinin dalgınlığını firsat bilerek, yeni yeni yürümeye başlayan bu minik yavruyu kaçırmış, tam 4 kilometre boyunca sokaklarda sürümüş, 38 kişinin (sayıya dikkat) çeşitli noktalarda şahit olduğu üzere fena şekilde hırpalamış, nihayet ıssız bir yerde tuğlalarla, taşlarla ve tekmeleriyle güle oynaya öldürmüş, tren rayının soğuk demirlerine atıvermişti. Ertesi gün, üzerinden tren geçmiş ceset iki parça halinde bulunacaktı.
Olanlara kimse inanmak istemiyordu. Lâkin, acımasız gerçek işte önlerinde duruyordu, elden ne gelirdi. Medya fırsatı kaçırmadı; yaklaşık on gündür televizyon kanalları, boyalı basın, ciddi basın, konunun ele alınmadık yanını bırakmadı. Ne var ki, tüm çabalar 'neden' sorusunun cevabını bulmaya bir türlü yetmemişti. Henüz 11 yaşında, masumiyetlerini yitirmemiş oldukları düşünülen bu iki çocuk, neden böyle bir cinayet işlemişlerdi?
Kesin bir cevap yoktu. Yazarlar, 'uzmanlar' ve sade vatandaş açıklayıcı bir cevap olmadığını düşünmeyi yeğliyordu. Bu çocuklar 'doğa hatası'ndan başka bir şey değildi. Alınacak bir ders yoktu bu olaydan. Öyle her gün karşılarına çıkacak türden bir hadise değildi ki bu, 'istisnai bir durum' olarak değerlendirilmeliydi. Sonuçta öyle yapıldı; cani çocuklar hapishaneye ('kill the bastards [piçleri öldürün]' diye bağırıyordu kuru kalabalık), öldürülen masum bebek mezarına, anneler (bilhassa anneler nedense) kederine terk edildi. Dava kapandı. ('The case is closed.')
***
25 Kasım'da boyalı basının kalesi Daily Mirror, editörün köşesinde toplumun vicdanını şöyle aklıyordu:
"Sürekli bir açıklama peşinde koştuk durduk. Ancak ebeveynleri suçlayamayız, sistemi suçlayamayız, manevi değerlerin, geleneksel ailenin yok olmaya başladığını düşünemeyiz.
Bu vahşi cinayeti bir 'istisna' olarak görmek zorundayız, başka bir açıklaması olamaz bunun.
Böyle bir şeyin bir daha olmaması için dua etmekten başka bir şey gelmez elimizden."
Oysa 1968'de Mary Bell adında gene 11 yaşında bir kız çocuğunun, bir arkadaşı ile birlikte aynı türden bir cinayet işlediğini hatırlatanlar da vardı. Duruşma izlenimlerini kitaplaştırmasıyla tanınan Gitta Sereny, her iki olayda da müthiş benzerlikler görüyordu. Bu benzerliklerden bir sonuca varılabileceğini, dahası bir takım dersler alınabileceğini vurguluyordu. Örneğin, her iki olayın kahramanları da bölünmüş aile çocuklarıydı. Anneleri tek başlarına çocuklarına yeterli ilgiyi ve sevgiyi gösterecek güçte değillerdi. Yetiştikleri çevre çok fakirdi ve 'okul kırmadan', hırsızlık yapmadan 'büyümeleri' söz konusu değildi.
'Şeytan işi' deme kolaycılığına düşmemek gerekirdi, bir ders alınmalıydı bu olaydan. Hükümet, alınacak dersin kiliseye ait olduğunu öne sürdü. Kilise çocuklara doğru ve yanlışı yeterince öğretemiyor, üzerine düşeni yapmıyordu. Ders almalıydı. (Düşünebiliyor musunuz, böyle bir durumda Türkiye'de Diyanet İşleri Başkanlığı'nın ya da imamların suçlandığını!) Kilise kendini savundu; bu iş okuldaki eğitimcilerin işiydi, asıl görevlerini yapmayan onlardı. Üstelik sosyal hizmet uzmanları da işlerini ciddiyetle yapmıyordu. Yok yok, asıl sorun şiddet içeren video filmlerinin serbestçe piyasada satılmasıydı. Katil çocukların birinin evinde, örneğin "Child's Play -3 (Çocuk Oyunu -3)" filmi seyredilmişti yakın zamanda. Öyle sahneler vardı ki bu filmde, çocukların işlediği cinayete tıpa tıp benziyordu. Filmler yasaklanmalıydı. SkyTV, ertesi gün programda yer alan bu filmi yayından çekiverdi, millet derin bir nefes aldı; böylece kendi çocuklarının da katil olma tehlikesi ortadan kalkmıştı. Oysa İngiltere, Avrupa'da en sıkı yasaklara sahipti video piyasası üzerinde; hükümet sözcüsü "bundan daha sıkı bir denetim uygulayamayız" diye hükümeti savundu.
'Liberal-entelektüel' Independent gazetesi olayı toplumsal boyutu ile ele almaya çalışıyor, ancak sonuçta hükümetin ve kurumların koruyucu/engelleyici/eğitici işlevini öne çıkarıyor, bu yüzden de giriştiği toplumsal analiz güdük kalmaya mahkum oluyordu. 'Muhafazakar' Times gazetesi ise genel olarak konuyu en geniş ele alan yayın organıydı; ancak aynı gazetede 28 Kasım'da Barbara Amiel "Beware Big Nurse...(Büyük Hemşire Dikkat...)" başlıklı makalesinde, bütün sorunun çokkültürlülük (multiculturalism) düşüncesinde yattığını, etnik gruplara tanınan haklar ile Britanya'nın iyice bölündüğünü, parçalandığını, bir an evvel 'millet olarak bütünleşmek' gerektiğini öne sürerek, olaya müthiş 'orijinal' bir boyut katıyordu. Bu bütünleşmenin gerçekleşmesi için de ilk adım olarak Irksal Eşitlik Komisyonu (Commission for Racial Equality), Fırsat Eşitliği Komisyonu (Equal Opportunities Commission) ve diğer tüm azınlık kuruluşlarının kapatılmasını önermek cüretini gösterebiliyordu.
***
Aslında sorunu çıkmaza sokan, cevap arayışlarının sadece iki çocuğun işledigi cinayete yoğunlaşması, İngiliz kamuoyunun bu olaydan illa bir ders almaya çalışması, lâkin ders alacak bir şey bulamayınca da tekrar başa dönüp çocukları 'şeytan' olarak nitelemesiydi.
Oysa alınacak bir ders varsa bile, bu öyle bir iki cümlede özetlenebilecek kolaylıkta olmayabilir her zaman, hele böyle zor bir konuda. Kaldı ki, neden illa bir ders almak gereksin ki? Yaşamlarını dışarıdan yöneten ve belirleyen kurallara, yasalara ve derslere bu kadar mı ihtiyaç duyuyor İngilizler? Halbuki kurallar, yasalar bu denli sıkı olmasa belki daha rahat edecekler; örneğin, çocukları yolda gören 38 kişi, "sakın kimsenin işine burnunu sokma" kuralına bu kadar sadık kalmasa, belki de çocuklara müdahale etme cesaretini bulabilecekti. Yani neredeyse çocuklarını ne kadar seveceklerini bile yasayla belirleyecekler!..
Bir de konuya, 'ya biri ya öteki' anlayışıyla yaklaşmanın yarattığı bir çıkmaz var. Ya bu çocuklar 'şeytanın çocuğu' ya da 'İngiliz toplumu hasta'. Sorunu böyle koyunca, ikisini de 'kabul edilmez' bulmaları kaçınılmaz sonuç. Çocukların 'şeytan' olduğunu kabul etseler, polisin olay sonrası araştırmayı derinleştirdiğinde bu cinayeti işleme ihtimali yüksek olan çocuk sayısının 'beklenmedik şekilde' kabarık olması karşısında bu çocukların hepsine 'şeytan' demek zorunda kalacaklar, ki neredeyse her evde bir 'şeytan' olduğunu kabul etmek demek olacak bu. Toplum olarak 'hasta' olduklarını kabul etseler, bu kez de şimdiye kadar inandıkları değerlerden vazgeçmeleri gerekecek, ancak bunun 'imkânsızlığı' karşısında bu düşünceden hemen uzaklaşmaya çalışacaklar. Özetle, bu ikici (dualist) yaklaşımın çözümsüzlükle sonuçlanacağı baştan belli.
Aslında İngiliz edebiyatının artık yaşamayan iki devi çok önceleri bu çetrefil konuyu ele alarak, topluma belki de gereken uyarıyı yapmıştı. Geçen yıl ölen William Golding'in "Sineklerin Tanrısı (Lord of the Flies)" ve yıllarca yurt dışında yaşadıktan sonra geçtiğimiz hafta 'evinde' ölen Antony Burgess'in "Otomatik Portakal (The Clockwork Orange)" romanlarından söz ettiğimi tahmin etmişsinizdir. Lisede ders olarak, yıllar sonra da 'büyümüş' olarak birkaç kez okuduğum Sineklerin Tanrısı'nın bu olay sonrası medyanın ve 'uzmanların' bir türlü yakalayamadığı çok önemli birçok noktayı pek güzel ele aldığını iddia etmek yanlış olmaz sanırım. Kendi başlarına bir dünya kurmak zorunda kaldıkları ıssız adada, beşeri değerleri bir türlü oluşturamayan bu 'minik masum yaratıklar', oyun gibi başlayan 'canavar' öldürme/avlama eğlencesi sonunda 'Piggy (Domuzcuk)' diye seslendikleri akıllı ama zayıf çocuğu öldürürler, Golding'in bu güçlü romanında. Şiddeti/iktidarı bu denli başarıyla ele alan bu yazarların neden başka bir toplumdan/kültürden değil de İngiltere'den çıkmış oldukları sorusunun hınzır imalarını bir yana bıraksak bile, sosyal bilimcilerin ve 'sorumlu' medyanın gündeme getirmeye bir türlü cesaret edemediği zor soruları, dolaylı cevapları ile birlikte İngiliz edebiyatının (sanatının) pek güzel ele aldığını söyleyebiliriz. Acaba çocuklara 'şeytan' diyen yargıç, delilleri toplayan ve şaşkınlıktan ne yapacağını bilemeyen polis ile duruşmayı yakından takip eden diğer öfkeliler, bu romanları okumuş olsalar, katil çocuklardan Robert Thompson'ın "kuru gözyaşlarının (cry without tears)" ne anlama geldiğini kavrayabilirler miydi?
***
1968'de, 11 yaşındayken aynı suçtan yargılanan Mary Bell'in annesine yazdığı şiirin masum dizelerine sözü bırakmak en iyisi galiba:
Lütfen anneciğim yardım et
Şu minik zihnim huzura kavuşsun
Jüriye ve yargıca diz çök yakar
Dinlerler seni
'Lütfen' de
'Suçlu benim o değil
'Üzgünüm, böyle olması gerek
Yüreğimiz ağlayacak belki
Ama hapse senin girmen gerek
Söyleyeceğim bundan ibaret
Babam, kardeşim ve kendi adıma
Lütfen onlara anlat suçlu sensin
Lütfen anneciğim, anlat ki beni salıversinler
Kızın Mary
Sayfamızı Paylaşın
|
Sayfa Yorumları
Yorum Bırakın