Hayatları Ellerinden Alınanlar: Psikiyatrik Suistimalin Bitmeyen Tarihi

2007-02-02 / psikiyatri /   / 0 Yorum /
   

 
Psikiyatrik suistimallerin kökeninde, doktor-hasta ilişkisinin bir hizmet üreten ile hizmet alan arasındaki ilişki gibi yaşanmıyor oluşu, hemen her zaman doktorun hegemonik bir tavırla zor kullanarak hastaya tedavi uygulaması gerçeği yatmaktadır.
Brian Doherty (*)    (Çevirenler: Üstün Öngel ve Pia Zeynep Akel)
 
On sekiz Ocak 1959'da, 17 yaşındaki Jonika Upton ebeveynleri tarafından Albuquerque'deki Nazareth Sanatoryumu'na kapatıldı. Anne ve babası onun aklını kaçırmış olduğundan emindi: Jonika, homoseksüel görünüşlü, Proust'un kitaplarıyla haşır neşir olan bir gençle görülüyordu. Bardağı taşıran son damla, Jonika'nın, yeni erkek arkadaşıyla –22 yaşında bir sanatçı– Santa Cruz'a kaçması oldu.
Yeni bakıcıları Jonika'ya üç ayda 62 defa yüksek voltajlı elektrik akımı verdiler. Doktorunun beklentilerinin aksine, bu tedavi onun akıl hastalığını iyileştirmedi. Doktoru üzülerek şöyle diyordu: "Tedavi sonunda zihni istediğimiz ölçüde bulanıklaşmadı." Sonuç o kadar da kötü değildi aslında: "Neyse ki, kayda değer düzeyde kafa karışıklığı ve genel bir düşünce tahribatı oluşmuş durumda."
En gelişmiş psikiyatrik tedaviye –hastayı dehşete düşüren, son raddesine kadar daha fazla elektrik şokuna– iki hafta daha devam ettikten sonra bile, doktoru üzülerek yalnızca şunu söyleyebiliyordu: "Bu tip bir tedaviden sonra hasta genellikle Jonika'nın sahip olduğundan çok daha fazla bir oranda zihinsel bulanıklık ve genel kafa karışıklığı gösterir." Üç ay sonra, doktorları sonuçtan gurur duyabilirlerdi: Jonika kendi üzerine işiyor, etrafta çıplak dolaşıyor ve babasının yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyordu. Görev tamamlanmıştı, artık Jonika güvenle eve dönebilirdi.
İşkenceciler mi, onurlu profesyoneller mi?
Jonika'nın hikâyesine verdiğiniz tepki, ödüller kazanmış bilim ve tıp yazarı Robert Whitaker'ın "Amerika'da Delilikadlı yeni kitabına vereceğiniz tepkinin ne olacağını tahmin etmeye yarayabilir. Eğer Nazareth Sanatoryumu'nun doktorlarını acımasız işkenceciler olarak görüyorsanız, bu kitabı da hakkında konuşulmayan uygulamaların iğrenç tarihi olarak göreceksiniz. Eğer doktorları beynin dengesizliklerinden kaynaklanan akıl hastalıklari için gerçekten mümkün olan en iyi tedaviyi sağlayan onurlu tıp profesyonelleri olarak görüyorsanız, Whitaker'ın yüce psikiyatri mesleğini karaladığını düşünebilirsiniz.
 
 
Psikiyatride durmadan değişen hastalık nedenlerinin ve tedavilerinin zorlu tarihini duru bir şekilde ele alan Whitaker, psikiyatrik tedavilerin yarardan çok zarar getirdiğini, ve saygıya ihtiyacı olmadığına ya da bunu hak etmediğine hükmedilen kişilere bu tedavilerin güç kullanılarak ya da kurnazlıkla kabul ettirildiğini göstermeye soyunuyor. Psikiyatristler, bu uygulamaların, delilere gösterebileceğimiz en büyük saygıyı, hastaların daha yüce ve akıllı hallerine olan saygıyı taşıdığını söyleyeceklerdir: Bu bakış açısıyla, bizzat Jonika, Proust'la gösteriş yapmasına ya da erkek arkadaşıyla Santa Cruz'a gitmesine asla izin verilmemesini isteyecektir. O günün standartlarında, saygın tıp profesyonellerinin üzerinde anlaşmış olduğu nokta, bir genç bayanın böyle bir hareket tarzını seçmek için, yani onay görmeyen şeyleri yapması için, deli olması gerektiğiydi.
"Bunlar geçmişte kaldı!"
Tımarhane uygulamasının çılgınlık olduğu ve kurumsal psikiyatrinin birçok insanlık dışı ruhsal ve fiziksel şiddetin hesabını vermesi gerektiği iddiası, "hemşire Ratched sonrası" (1), kültürel klişe olarak görülebilir. 1728'lere gidildiğinde, romancı Daniel Defoe tipik bir akıl hastanesindeki hayatın kişiyi delirtmeye yeteceğini kaydetmiştir. 1946'ya gelindiğinde, Life dergisi Amerika'nın birçok akıl hastanesini hapishane olarak tanımlamıştır. Albert Deutsch, 1948 tarihli "Devletlerin Ayıbı" (The Shame of the States) adlı kitabında, kamuya ait akıl hastanelerinin ona "sığırlar gibi kümelenen ve kötü davranılan çıplak insanlarla dolup taşan binaları, etrafa yayılan çok ağır ve mide bulandırıcı çürük kokusuyla kendini belli eden Belsen ve Buchenwald'daki Nazi toplama kamplarını" hatırlattığını yazmıştır.
Whitaker'ın kitabı sadece geçmişte kalmış ve modası geçmiş korku hikayelerinden mi ibaret? Yoksa, insan aklının düğüm olmuş gizemiyle baş etmek için ellerinden gelenin en iyisini yapan, günümüzün kendilerini adamış psikiyatristlerine yönelik bir aşağılama mı?
Günümüzde psikiyatrinin geçmiş zamanlardaki ilkel teknikleri artık kullanmadığı ve ilerleme kaydettiği varsayılarak (gerçi elektroşok uygulaması son yıllarda yeniden revaçta), Deutsch'un, Ken Kesey'in ve diğer yazarların eleştirilerinin artık geçersiz olduğu düşünülebilir ve bu eleştiriler gözardı edilebilir. Amerika'da Delilik'i öne çıkaran, değerlendirmede herkesin hemfikir olacağı geçmişin akıldışı istismarlarıyla, bugünün saygın "en iyi uygulamaları" arasında bir bağlantı kurmasıdır.
Whitaker şu sonuca varmaktadır: "Bugün bir tek şeyden emin olabiliriz: Gün gelecek, insanlar bugün şizofreni için kullandığımız ilaçlara ve bu problemi yaşayanlara bunun anormal beyin kimyasından kaynaklandığına dair anlattığımız hikâyelere bakıp, böyle bir şeyin yaşanmış olduğuna inanamayarak kafalarını sallayacaklar." Whitaker, kitap boyunca yaptığı üzere, burada da ele aldığı konuyu abartmadan yorumluyor. Aslında anlattığı hikâye kafa sallatmakla kalmıyor, insana saygı duyan ve insanın özgürlüğünü önemseyen her okuyucuyu öfkelendiriyor.
Psikiyatri bilimi adına yapılan korkunç yıkım hikâyeleriyle dolu bu kitap, Whitaker'ın ustalıkla kontrol ettiği üslubu sayesinde okuyucunun kayıtsız kalmasına izin vermiyor. Amerika'da Delilik insana ciddi anlamda rahatsızlık veren bir okuma deneyimi yaşatıyor. Whitaker, kitapta baştan sona psikiyatriyi, iktidara aç, tıp maskesiyle sosyal kontrol uygulayan elitist bir meslek grubu olarak teşhir ediyor.
Beyaz zenciler!
Whitaker, Amerikan tarihinde psikiyatri teorisindeki ve pratiğindeki çark edişlerin izini, gerektiğinde Avrupa'dan hızlıca ithal edilen eğilimlerden bahsederek sürüyor. Örneğin, Bağımsızlık Bildirgesi'ni imzalamış birisi olan Amerikan psikiyatrisinin babası Benjamin Rush ile tanışıyoruz (Rush'ın sureti hâlâ Amerikan Psikiyatri Birliği'nin mühründe yer almaktadır). Rush, akıl hastalıklarına kan dolaşımındaki bozuklukların neden olduğunu düşünmüş, hastalarının beşte dörtlük bir orana kadar kanlarının akıtılmasının ve hastaların bir levha üzerinde kendi etraflarında döndürülmelerinin uygun tedaviler olduğuna inanmıştı. Amerikalı Zencilerin hakları söz konusu olduğunda, kendi zamanının ötesinde bir görüşü benimsiyordu: Zencilerin, cüzzamla deforme olmuş derilerinin altında, aslında beyaz olduklarına inanmaktaydı. (Kitapta baştan sona okuyucuyu duygusal tepkilere sevketmemek için özen gösteren Whitaker, kitapta bu bilgiye yer vermiyor.)
Whitaker, Amerika'da yirminci yüzyılın başlarında ortaya çıkan "eugenics" (2) çılgınlığı ile deliliğe karşı kültürel bakıştaki değişim arasında bağlantı kuruyor. "Eugenics" taraftarları, bu insanları, anlayışı ve yardımı hak eden zorluk içindeki kişiler olarak görmekle başladılar, sonra zayıf tohumların hasta taşıyıcıları olarak gördükleri bu insanların tecrit edilmeleri gerektiğini söylediler ve nihayet bu insanların üremelerinin engellenmesini, hatta tamamen yok edilmelerini savunmaya kadar vardırdılar işi.
Bu görüş kuvvetlendikçe, akıl hastanelerinde bulunan Amerikalıların oranı 1880-1929 yılları arasında dört kat arttı. Akıl hastalığı gerçekten tehlikeli bir şekilde yayılmış mıydı, yoksa akıl hastaneleri toplumun defolu varsaydığı kişileri saklayacağı depolar haline mi gelmişti? Whitaker bu noktada, 1918'de California'nın sterilizasyon takıntılı akıl sağlığı sisteminde sıkışıp kalmış bir adamın sesine kulak veriyor: "Asla adımı taşıyacak, yerimi alacak ve yaşlılığımda bana destek olacak bir oğlum olmadığı için artık sızlanmayacağım."
Nobel ödüllü işkenceciler
Yirminci yüzyılın başlarında bağlanmış hastaları suya batırmak hâlâ en gözde tedavi yöntemiydi. Whitaker, Amerikan psikiyatrisinin trajik tarihindeki gezisinde en ileri düzeydeki psikiyatristlerin değişimini sunuyor: Jersey'deki Trenton Devlet Hastanesi hekimlerinden Herry Cotton, diş çürüklerindeki mikropların deliliğe neden olduğu kuramını ortaya attı ve akıl hastanesindeki hastaların çoğunun dişlerini çekerek bir tedavi geliştirdi; ardından vücudun diğer kısımlarını da hastalığın üreme yerleri olduğu düşüncesiyle yok etti ve bu yolla hastalarının yüzde 43'ünü öldürdü. İsviçreli Jacob Klaesi, barbituratlarla sağlanan ve haftalar süren derin uykunun etkili bir tedavi olduğunu keşfetti. Harvard'dan John Talbott ve Kenneth Tillotson, akıl hastalarını donma derecesine taşıyan örtülere sararak onların vücud sıcaklıklarını normalin 10-20 derece altına düşürmenin oldukça yararlı olduğunu, Viyanalı Manfred Sakel, terapi olarak kullanılan yapay insülin komasını buldu. Macar Ladislas von Meduna ise, psikiyatrinin ilaç listesine Metrazol'un eklenmesini sağladı; böylece, "kemiklerin kırılabileceği, kasların yırtılabileceği ve dişlerin yerlerinden oynayabileceği çok şiddetli spazmlar" psikiyatrik tedaviye dahil edildi.
Yirminci yüzyılın ortalarında psikiyatrik tıbbın zirvesine ulaşıldı: Elektroşok ve lobotomi. Elektroşok, şimdilerde çürütülmüş olsa da şöyle bir teoriye dayanıyordu: Akıl hastalığı ile nöbetler her nasılsa birbirinin zıddıdır; dolayısıyla yapay olarak birine yol açtığınızda diğeri ortadan kalkar; elektroşok da nöbete yol açtığına göre akıl hastalığını ortadan kaldırır.
Lobotomi (3) ise, gelişmiş insan kişiliğinin ve zihinsel fonksiyonların merkezi olan frontal lobun (alın lobu) hasar görmesinin deliliğin tedavisini sağladığı düşüncesine dayanıyordu.
Lobotomiyi geliştiren Portekizli nörolog Egas Moniz, akıl hastalıklarının sabit düşünce örüntülerinden kaynaklandığını düşünüyordu ve "bu hastaları tedavi etmek için beyindeki hücre bağlantılarının sabit düzenlemelerini yok etmeliyiz," diyordu. Bu yeniliğiyle Moniz Nobel ödülü aldı ve bir keresinde de düş kırıklığına uğramış bir hasta tarafından vuruldu. (Terapi adı altında, cerrahi aletler yerine kimyasal ilaçlarla yapılan beyin yıkımları günümüz psikiyatrisinde hakim yöntem olmaya devam etmektedir.) Sizi kişiliksiz bir bağımlıya dönüştürebildikleri ölçüde, psikiyatristler doğru yolda olduklarını düşünüyorlar.
Zamanında Amerikan Tıp Birliği'nin nöroloji ve psikiyatri ruhsat kurulu başkanlığını da yapmış olan Walter Freeman'ın hikayesi özellikle aydınlatıcı ve dikkat çekicidir. Freeman, yıllarca inancı doğrultusunda deliliğin fizyolojik nedenlerini beyin otopsilerinde bulmaya çalışmış, ancak başarılı olamamış, ve bunun ardından 1940'larda lobotominin Johnny Appleseed'i (4) oluvermişti. Şipşak fotoğrafçıya benzer bir beyin cerrahına dönüşen Freeman'ın, hastaları sıraya dizerek sivri uçlu aletleri hastanın göz oyuklarının ikisine birden aynı anda batırarak alın loblarını tahrip etmesi, her hasta için on dakikadan az zaman alıyordu. Operasyon başarılı sayılıyordu, eğer hasta, Freeman'ın kelimeleriyle (meslekdaşı James Watts'la birlikte yazdığı yazısında), " bir yatalak ya da evcil bir hayvana dönüşmüşse."
 
 
Whitaker, bu tür teoriler, uygulamalar ve inançların, herhangi bir terapi değeri olmadığını gösteriyor. Bu uygulamaların, hastaların değil, doktorların ve hastabakıcıların çıkarına hizmet ettiklerini vurguluyor. Alın lobları tahrip edilmiş bir hasta daha mutlu değildir, artık duygu boyutunu kaybetmiştir, dolayısıyla mutluluk kavramına da artık sahip değildir; hareketsiz ve uyuşuk biriyle de kurumlarda çok kolay başedilebilir.
Cezalandırma tarihi
Psikiyatrik suistimallerin kökeninde, doktor-hasta ilişkisinin bir hizmet üreten ile hizmet alan arasındaki ilişki gibi yaşanmıyor oluşu, hemen her zaman doktorun hegemonik bir tavırla zor kullanarak hastaya tedavi uygulaması gerçeği yatmaktadır. Ayrıntılı kayıtları tutulmuyor olmakla birlikte, mevcut kaynaklardan toplanan bilgiler bir araya getirildiğinde, bugün bile yılda yarım milyondan çok fazla sayıda Amerikalının iradesi dışında kanun zoruyla psikiyatrist tedavisi (ve kontrolü) altında olduğunu söylemek mümkündür. Whitaker'ın bunları söyleyen ilk kişi olmadığını biliyoruz (Michel Foucault'nun veya "Reason" dergisi editörlerinden Thomas Szasz'ın yazılarını hatırlayalım). Psikiyatri tarihi, tıp tarihinden ziyade cezalandırma tarihi olarak görülmelidir.
Psikiyatriyi savunanlar günümüzde her şeyin değiştiğini iddia ediyorlar. Örneğin, kan akıtma ve anestezi öncesi cerrahi uygulamalar bugünün gelişmiş standart tıp uygulamaları hakkında ne ifade ediyorsa, psikiyatri tarihinde görülen nahoş uygulamalar da bugünün gelişmiş psikiyatrik uygulamaları hakkında ancak o kadar şey ifade edebilir, diyorlar. Veya örneğin, nasıl "eter" veya "phlogiston" (5) teorilerinin artık tarihe gömülmüş olması bugünün fizik veya kimya bilimini küçük düşürmüyorsa, psikiyatride de geçmişte yapılan yanlışlar ve hastalık nedenlerinin ve tedavi kuramlarının sürekli değişiyor olması, psikiyatriyi küçültmez, diyorlar.
"Mucize" ilaçlar
Ancak gözden kaçırmamalıyız ki, Whitaker, psikiyatri eleştirisini, psikiyatrik tıbbın modern, kimyasal çağına girdiği dönemden itibaren başlatmıştır. Fransa'da 1950'de kullanılmaya başlanan ilk modern psikiyatrik harika ilaç "chlorpromazine" (Thorazine) aslında bir anestezikti (uyuşturucu). Hastalara ne yaparsanız yapın, seslerini çıkarmadıkları bir “bitkisel sendroma” neden oluyordu. Fakat piyasaya çıktıktan sonra birkaç yıl içinde, ilaçla ilgili tanıtım ve reklâmların yanı sıra, yeni tedavilere yönelimin psikiyatriyi hakiki bir bilim gibi meşrulaştırması neticesinde, hekimlerin ve kamunun gözünde Thorazine'in yeri tamamiyle değişti.
Thorazine modası, Whitaker'ın tek tek belgelediği üzere, insanları kandıran popüler medya raporları ve tüm harcamaların ilaç şirketlerince karşılandığı araştırmaların yardımıyla yayıldı. Kısa süre sonra "fluphenazine" (Prolixin) ve "haloperidol" (Haldol) da bu kervana katıldı. Whitaker sadece tıp tarihini değil, yanı sıra sosyal ve kültürel tarihi, bu ilaçların nasıl abartıldığının ve satıldığının izini sürerek, anlatıyor. Tıp dergileri, Thorazine'in nasıl motor fonksiyon bozukluğuna ve Parkinson benzeri kimi sendromlara yol açtığını vurgulayarak, yeni psikiyatrik mucizenin öne çıkmasına neden oldu.
Deliliğin nedenine ilişkin yeni bir teori de bir kez daha tedavinin peşi sıra ortaya atıldı: Dopamin geri alımını bloke eden Thorazine ile başlayan "nöroleptik" ilaçların yeni dalgasından bu yana, delilik şimdi de yüksek dopamin seviyesinin sonucu olarak tanımlanıyordu. (Kitaptaki, bu ilaçların "nigrostriatal", "mesolimbic" ve "mesocortical" sistemlerinize yaptığı tahribatı anlatan bu bölüm, yüreği kaldırmayanlar için fazla gelebilir.) Şimdilerde, sade vatandaşlar yaygın bir şekilde hâlâ bu kurama inanıyor olsa da, dopamin kuramı da, kendisinden önceki kuramlar gibi, psikiyatrinin çöp kutusuna çoktan atılmış durumda. Whitaker bilimsel araştırmaların bulgularını şöyle aktarıyor:
1) Henüz ilaç kullanmamış şizofrenlerin dopamin seviyeleri, akıl hastası olmayan kontrol grubuyla kıyaslandığında daha yüksek çıkmıyor.
2) Dopamin seviyelerinde görülen artış, nöroleptik ilaçlar kullanmadan önce değil, bu ilaçları kullandıktan sonra ortaya çıkıyor; diğer bir deyişle, şizofreniye yol açtığı iddia edilen dopamin seviyesi yüksekliği, ilaç alındıktan sonra ortaya çıkıyor.
Kimin yararına?
Tıpkı elektroşok, lobotomi, insülin şoku ve suya batırmada olduğu gibi, psikiyatristler, dopamin bloke edicileriyle ilgili birçok başarı kaydettiklerini bildirdiler. Fakat bir kez daha, bu başarılı uygulamalar, çoğunlukla bakıcılarına ya da ailelerine sorun çıkarmayan uysal zombiler üretmekle kalmıştır. İlaçların, hastaların gözünde problemleri çözüp çözmediğine gelince, bu kesin değildir. Bazı hastalar bu nöroleptik ilaçları çok sevebilirken, Whitaker, bu ilaçlardan nefret eden ve psikiyatri kurumunca gözardı edilen sayısız örneği de sunuyor.
Whitaker, 1975'te senato alt komitesi önünde konuşma yapan Anil Fahini'nin, standart psikiyatrik ilaçların insanı sürüklediği durumla ilgili olarak, şu sözlerini alıntılıyor: "Bu gezegen üzerinde yaşadığım en kaderci ve en umutsuzluk dolu anlardı. Umutsuzluğumu ancak şöyle anlatabilirim: bilincim yok ediliyordu... İlaçlar sizin düşünsel süreçlerinizi devam ettirmenizi engelliyorlar. Sizi asla doyum vermeyen ve asla ifade özgürlüğünüzün olmadığı dar bir düşünce çemberinde tutuyorlar." Whitaker bu türden sayısız tanıklığa yer veriyor kitabında.
Whitaker, şizofreniyi sözümona tedavi etmek için onyıllarca ilaç kullanımından sonra 1980'lerin ortalarında şöyle bir gelişme olduğunu belirtiyor: "Tıp literatüründe 'ilaçla tedavi edilen şizofreni'nin uzun dönemdeki seyrine yönelik net bir profil ortaya çıktı. İlaçlar kişileri kronik hastaya dönüştürmüştü, şiddete ve suça eğilimli ve içekapanık hale getirmişti. Kalıcı beyin hasarları ve erken ölümler bu nöroleptiklerin kullanımının diğer iki sonucuydu."
"Tamam şimdi bulduk"
Psikiyatri tarihinde defalarca 'tamam şimdi bulduk' sözleriyle lanse edilen yeni tedaviler, kusurlarını saklamanın olanaksız hale geldiği eski tedavilerin yerini almak üzere zaman içinde gelişti. "Clozapine", "olanzapine" ve "risperidone" akıl hastalıkları için yeni mucize ilaçlar oldular. Whitaker, resmi ilaç sınayıcılarının, piyasayı yönlendirecek bir sonraki ilacı bulmak üzere ilaç şirketleriyle birlik olduklarını ve bu durumun da, piyasaya çıkan yeni ilaçların abartılan ya da hak edilmeyen övgülerle donatılması sonucu doğurduğunu vurguluyor. (Piyasa terimleriyle, bu ilaçların gerçek 'tüketicileri' aslında onları kullananlar degil, reçetesine ne yazacağını seçen doktorlar oluyor; bu yüzden de, bu ilaçların başarısı, onları kullananların ihtiyaçlarını karşıladığını kanıtlamıyor.)
Whitaker, "atipikler" olarak bilinen bu yeni anti-psikotiklerin, yerini aldıkları eski nöroleptiklerden uzun dönemde ne daha güvenli ne de daha etkili olmadığını gösteren yeterince kanıt sunuyor. Psikiyatrik tedavilerin işe yaradığını destekleyen kanıtların güvenilirliği kitap boyunca kuvvetli bir şekilde sorgulanıyor.
Alternatif tarih
"Amerika'da Delilik", sadece dinmeyen psikiyatrik suistimalin umutsuz hikâyesi değildir. Whitaker, pek bilinmeyen, deyim yerindeyse yeraltına itilmiş, duyarlılıkla hareket eden İngiliz ve Amerikan "Dostların Din Cemiyeti" (Quakers) (6) gruplarının öncülüğündeki uygulamalar bağlamında, delilikle ilgili alternatif bir tarihe de el atıyor. Thomas Kirkbride gibi kişiler, Pensilvanya Deliler Hastanesi ve benzeri "manevi tedavi"ye adanmış kurumları yönettiler. Bu tedavi, hastaları bakıma, ilgiye ve makul ölçüde disipline ihtiyaç duyan insanlar olarak görmeyi içeriyordu. Talep edilen disiplin, kırbaçlanma ya da sandalyeye bağlanma türünden bir disiplinin aksine, hastaların kendi başlarına temizlenmesi, giyinmesi ve uygar insanlar gibi davranabilmeleri idi.
Maalesef, 19. yüzyılın ortalarında Dorothea Dix gibi iyiniyetlilerin hazırladığı tuzak sonucu kamusal akıl hastanelerine talebin artmasıyla, akıl hastanelerinin profesyonelleşmesi ve medikalizasyonu gerçekleşti. Fakat manevi tedavi, 20. yüzyılın medikalize olmuş psikiyatrisine karşı çıkmayı göze alarak zaman zaman yeniden canlanmaktadır (bu kolay değil, zira, manevi tedavi, elit bir hekim grubuna ihtiyaç duymuyor ve dolayısıyla hekimlerin varlığını ciddi anlamda tehdit eden bir güce dönüşeceği için büyük engellerle karşılaşıyor).
Soteria Projesi
Whitaker, 1970'lerin başında gerçekleştirilen "Soteria Projesi" (7) adında büyüleyici bir deneyden de haberdar ediyor okuru. Bu projede, şizofreni teşhisi konmuş kişilere ilaçlardan arındırılmış olarak, tıp kökenli olmayan kişiler tarafından insanca yardım sunuldu. Tımarhane veya hastaneden farklı olarak, disiplinli bir yaz kampını andıran bir ortamda hastalar, düzenli bazı işler yapmaya ve makul bir davranış sergilemeye yöneltildiler.
 
soteria ile ilgili görsel sonucu
 
Araştırmacılar, "Soteria hastalarının psikotik belirtilerinin, ilaç kullanan hastalar derecesinde yatıştığını" buldular. " Daha çarpıcı olan, Soteria hastaları daha uzun süreyle iyi kalıyorlardı. Soteria grubundaki hastaların yeniden kötüleşme oranları ise bir ve iki yıllık izleme dönemlerinde daha düşüktü. Soteria hastaları aynı zamanda sosyal olarak daha iyi işlev gösteriyorlardı, örneğin daha iyi çalışabiliyor ve okula daha iyi devam edebiliyorlardı."
 
soteria loren mosher ile ilgili görsel sonucu
 
Bu projenin lideri ve aynı zamanda Amerikan Ulusal Akıl Sağlığı Kurumu, Şizofreni Araştırmaları Merkezi'nin eski yöneticisi Loren Mosher, nüfuzlu psikiyatristlerin acımasızca aldığı bir kararla, yapacağı çalışmalar için para alamadı. Böylece Soteria, hafızalardan silinip gitti. Bu deneyde yer almamış bağımsız araştırmacıların en yakın tarihli bilimsel araştırma bulgularına göre, "nöroleptik ilaç almamaya devam eden Soteria hastalarının sadece %31'i iki yıllık dönemde yeniden rahatsızlanmışken, nöroleptik ilaç kullanan ve klasik psikiyatrik tedavi gören hastaların %68'i iki yıl içinde yeniden rahatsızlanmışlardır."
Biyolojik bozukluk safsatası
Whitaker, psikiyatrik uygulamalara yönelik saldırısını, bu uygulamalarla ilgili tümüyle şekillenmiş bir radikal eleştiri çerçevesinde belirlemiyor. Anlattığı tüyler ürperten sayısız anektod, onu bu radikal noktaya çok yaklaştırmış olmasına rağmen, klasik psikiyatrinin her şeyden önce olguyu ele alış biçiminin yanlış olduğunu tam olarak vurgulamıyor. Oysa örneğin Thomas Szasz, akıl hastalığının her zaman biyolojik bozuklukların sonucu olduğunu, dolayısıyla akıl hastalarının cezai yükümlülükleri olmadığını ve gerektiğinde zorla hastaneye kapatılabileceklerini savunan görüşü kıyasıya eleştirmekle kalmıyor, çok açık bir dille akıl hastalığının bütünüyle bir efsane olduğunu da iddia ediyor. Whitaker ise, psikiyatristlerin tedavi adı altında işledikleri suçları göstererek, psikiyatrinin temel tanımlarına ilişkin rahatsız edici soruları karşımıza çıkarıyor. Fakat, insanların ilk başta hangi davranışlarından ötürü akıl hastanelerine kapatıldıklarına dair soruyu nadiren ele aldığı için, psikiyatrinin akıl hastalığı tanımlamasına ve yaklaşımına hak ettiğinden fazla kredi tanımış oluyor.
Szasz'a kıyasla daha temkinli ve tedbirli hareket eden Whitaker, sade bir dille şunu söylüyor: "Şizofreninin her koşulda biyolojik beyin bozukluğundan kaynaklandığına ve bu nedenle ömür boyu ilaç kullanımının gerekli olduğuna dair Amerikan inancı doğru değildir." Whitaker, psikiyatrinin dayandığı tedavi şekillerinin ve hastalık nedenlerinin bilimsel dayanaklarının ne olduğu konusuna girmeden, psikiyatrinin tedavisine soyunduğu bu psikolojik problemlerin tezahürünün, hastalığın var olduğuna dair bir kanıt olduğunu söyleme eğilimindedir sanki. Fakat Whitaker, bununla birlikte, psikiyatrinin, bu psikolojik problemlerin çözümüne ilişkin yöntemlerinin, geçmişte de günümüzde de, çok trajik sonuçlar yaratacak şekilde hatalı olduğundan da emin.
Tiranlığa dönüşen iktidarlar
Tarih boyunca psikiyatri, rakibi elinizde hiçbir şey olmadan yenemeyeceğinizi savunan kumarbaz gibi hareket etmiştir. Dolayısıyla, psikiyatri, terapinin arkasına gizlenmiş süreğen suistimaller ve tuhaflıklar sunmuştur ve ancak yenisi ortaya çıktığında, eski "terapi" anlayışının yanlışlıklarını açıkça kabul etmek zorunda kalmıştır. Ama popüler inancın aksine, psikiyatristler hâlâ şizofreniye neyin sebep olduğunu, şizofreniyi nasıl tedavi edeceklerini, hatta şizofreninin tam olarak ne olduğunu bile bilmiyorlar. (Whitaker, bu en önemli akıl hastalığına nasıl doğru teşhis koyacakları konusunda, psikiyatristlerin kafalarının kolaylıkla karışıyor olduğunu gösteren deneyleri de sıralıyor.)
Edebi ve entelektüel kalitesi yüksek bu kitabın sunduğu mesaj, ilaç endüstrisinin en nihayet doğru tedaviyi bulduğuna dair yılmaz çabalarına ve iddialarına rağmen, günümüzde hâlâ psikiyatrik zor kullanımın ve kibirin kurbanı olan yüzbinlerce Jonika Upton bulunduğudur.
Psikiyatri, bir elit meslek grubunun sahip olduğu kültürel iktidarla, güçsüz bireyler üzerinde büyük zarara yol açtığı bir arenadır diyebiliriz. Whitaker'ın kitabı, her tür iktidarın –tıbbın, devletin, ya da psikiyatrinin ne olduğunu tanımlayan tıp-devlet ikilisinin korkunç bileşiminin– her zaman tiranlığa dönüşme tehlikesi taşıdığını bize hatırlatıyor.
 
(*) Brian Doherty "Reason" dergisinin editörüdür. Bu yazı, Robert Whitaker'ın "Mad in America: Bad Science, Bad Medicine, and Enduring Mistreatment of the Mentally Ill" (Amerika'da Delilik: Kötü Bilim, Kötü İlaç ve Akıl Hastasına Sürekli Kötü Muamele) adlı kitabıyla ilgili olarak kaleme alınmıştır ve "Reason" dergisinin Mayıs 2002 sayısında yayımlanmıştır. Makalenin orijinal başlığı ise: "Ill Treated: The continuing history of psychiatric abuses".
Çevirenlerin notları:
(1) Hemşire Ratched, Ken Kesey'in romanı ve bu romana dayanarak Milos Forman'ın 1975'de çektiği önemli filmi "Guguk Kuşu"ndaki ana karakterlerden birisidir. Psikiyatri kurumunun, elektroşok ve lobotomi başta olmak üzere acımasız uygulamalarının yansıtıldığı bu romanda/filmde, hemşire Ratched, bu acımasızlığın baş taşıyıcısıdır.
(2) "Eugenics": İnsan ırkının soyaçekim yoluyla ıslahına çalışan bilim dalı. Naziler, Alman ırkını "zararlı" unsurlardan arındırma yolunda milyonlarca Yahudi'yi bu "sözde bilime" dayanarak yok etmiştir ve Alman psikiyatristlerin de bu süreçte çok önemli işlevleri olmuştur.
(3) Lobotomi: Beynin bir kısmını kesip çıkartma. Yakın bir geçmişe kadar psikiyatride şizofreni gibi ağır rahatsızlıklarda kullanılmış bir yöntem; tabii bunu yapanlar beyin cerrahları. Beynin ön tarafında bir bağlantı kesiliyor ve böylece kişi duyarsızlaşıyor. Sorunlarının ortadan kalktığı söyleniyor, fakat bu duyarsızlaştırma sonucu, kişi deyim yerindeyse "bitki gibi" oluyor. Günümüzde bu cerrahi müdahalenin yapılmasına izin verilmiyor, ama kimi yerde "deneysel" amaçlı yapılmaya devam edildiği söylentileri de yok değil.
(4) Johhny Appleseed, 1800'lerin başında dini/ruhani bir lider olarak tanınmıştır. Doğa aşığı Appleseed, insanları iyileştiren bir güce de sahip biri olarak bilinir. Ama bir iddiaya göre, yaşamamıştır bile. Yaşamış veya yaşamamış, neticede bir efsanedir.
(5) "Phlogiston" teorisi 17. yy. sonunda J. J. Betcher tarafından geliştirilmiş ve G. E. Stahl tarafindan popülarize edilmiştir. Bu teoriye göre, tutuşan şeylerin özünde bulunduğu düşünülen madde Phlogiston'dur. Maddeler yandıklarında 'dephlogistonize' olduklarından geriye gerçek madde kalır. Bu teori 18. yy.'da terk edilmiştir.
(6) "Quakers" savaşa karşı mücadele veren ve yaklaşık 300 yıl önce "Religious Society of Friends" (Dostların Din Cemiyeti) adıyla kurulduğundan bu yana barışı ve adaleti savunan bir kuruluştur.
(7) Soteria Projesi, 1970'lerin başından itibaren psikiyatrist Loren Mosher öncülüğünde uygulanmaya başladı; sonraları, bazı değişikliklerle ve başka adlarla Amerika'nın çeşitli merkezlerinde tekrarları gerçekleştirildi. Her seferinde alınan sonuçlar, hastaneye kapatma ve ilaçla tedaviye kıyasla çok olumlu oldu. Fakat, uygulamanın başarısı, sayısı binlerle ifade edilen psikiyatristlerin "işsiz kalmasına" ve ilaç firmalarının çok önemli bir kazanç kapısını kaybetmelerine yol açacağı için, uygulama birden bire ortadan kaldırıldı. Soteria Projesi hakkında 37 adet bilimsel makale yazılmış olmasına karşın, gerçekler psikiyatri camiası tarafından yok sayılmaya çalışılıyor. Öyle ki, 1998 yılında yazılmış iki "review" makalesinde – bir bilimsel disiplinde dönemsel olarak (sözgelimi 10 veya 20 yıllık dönemde) neler yapılmış olduğunun kapsamlı değerlendirmesini sunan makalelere "review" makalesi deniyor–, Soteria Projesi'nden tek satır söz edilmiyor ve bu projeyle ilgili yayımlanmış 37 makaleye tek bir atıf yapılmıyor. Soteria Projesi artık Amerika'da uygulanmıyor, ama Avrupa'da, İskandinav ülkelerinde, İsviçre ve Almanya'da uygulamaları var. Bu projenin isim babası ve ilk  uygulayıcısı Loren Mosher, 1998 yılı sonunda Amerikan Psikiyatri Birliği'nden, artık Amerikan Psikofarmakoloji Birliği oldunuz diyerek istifa etmiştir.

Sayfamızı Paylaşın


Sayfa Yorumları

Yorum Bırakın