Ocak-Şubat 2013, Adana (14 Nisan 2013'te Radikal İKİ'de yayımlandı)
İstenmeyen Anne Hakkında Konuşmalıyız…
Bir aylık bebeğiniz konuşabilseydi ve şöyle deseydi ne yapardınız: “Senin huzursuzluğunu, senin ilgisizliğini istemiyorum, benimle bağ kuramıyorsun, SENİ istemiyorum. Benimle başka birisi ilgilensin.”
“İstenmeyen çocuk” lafını biliyoruz da, şimdi bu nereden çıktı, diyebilirsiniz. Herhangi bir yerde bu tanıma rastlamış olma ihtimaliniz yok, zira büyük olasılıkla ilk kez ben kullanıyorum.
Yıllardır ebeveyn-çocuk ilişkisi üzerinde çalışan birisi olarak çokça karşıma çıkan bir olguyu “istenmeyen anne” olarak tanımlamama, gecikmeli olarak yakın zamanda seyrettiğim “Kevin Hakkında Konuşmalıyız” (We Need to Talk About Kevin) adlı film sadece vesile oldu:
Bebeklik çağındaki çocuk, tek ifade aracı olan “ağlamayı” öncelikle temel fizyolojik ihtiyaçlarını ona bakan yetişkinlere bildirmek için kullanırken, ilgi görme, sevgi, huzur, sakinlik, güven hissetme vb. duygusal-sosyal ihtiyaçlarını da yine ağlayarak iletmeye çalışıyor. Ancak fizyolojik ihtiyaçları anlayan ve karşılayan ebeveyn, duygusal-sosyal ihtiyaçlar söz konusu olduğunda başarısız olabiliyor.
Annenin bu başarısızlığı karşısında çaresizlik içindeki bebek ise ağlayarak şunu anlatmaya çalışıyor: “Ben senin huzursuzluğunu istemiyorum, senin ilgisizliğini istemiyorum, benimle bağ kuramıyorsun ve seni istemiyorum. Benimle başka birisi ilgilensin. Anlamıyor musunuz, görmüyor musunuz, sakin, güven veren birisi benimle ilgilendiğinde ağlamıyorum, nasıl bu kadar kör olabilirsiniz? Bende bir sorun yok, öyle olsa benimle güzel bir şekilde iletişim kuran kişilere de tepki vermem, ağlamam gerekmez mi?”
Savunma: “Ama Ben İyi Bir Anneyim!”
Sıklıkla karşıma çıkan bir ifade var, annelerin başvurduğu: “Bu çocuğumun sorunları var, ama ben iyi bir anneyim. Bakın, iki çocuğum daha var, onlarda bu sorunlar yok.”
Bu ne kadar doğru, önce şunu soralım: Diğer çocukta veya çocuklarda hakikaten hiç sorun yok mu? Aynı sorun, aynı şiddette yok belki, ama hiç sorun yok denebilir mi? Yıllardır biliyorum ki, sorunu ancak bir uzman tarafından teşhis konduğunda sorun olarak kabul etme yanlışı çok yaygın.
Diğer çocukta sorun olmadığını kabul ettiğimizde ise, bu kez sorun yaşayan çocuk aynı şekilde mi büyütüldü diye sormamız gerek. Birden fazla çocuk büyüten anne-baba hiçbir zaman her çocuğuna aynı tavır ve tutum içinde değildir. Bakmayın siz sorulduğunda “hiçbir çocuğuma karşı ayrım gözetmedim” demelerine, bal gibi de yaparlar bunu, sonra da, “her biri aynı değerde benim için,” diye konuşmaya devam ederler. Kağıt üzerinde öyledir öyle olmasına, ya da vicdanlarında öyle olmasını dilerler, ama pratikte öyle değildir maalesef.
Kız çocuğuna yaklaşımları farklıdır, erkek çocuğuna farklıdır, ilk çocuğa yaklaşımları farklıdır, son çocuğa farklıdır. Yaklaşımdaki küçük-büyük farklardan öte, bazı çocuklar annelerinin veya babalarının “gözdeleridir”. Öte yandan annenin her bir çocuğa hamileliği de, doğurduktan sonraki durumu da aynı değildir. Aynı değildir, çünkü en başta şunu görmek gerekir, aynı yaşta değildir. Hiç kimse sözgelimi 24 yaşındayken ve 27 yaşındayken aynı kişi olamaz. Aynı kişi değilseniz, aynı anne olmanız nasıl mümkün olabilir?
Dahası var: Eğer bir ailede çocuklar arasında gelişim, yetenek, başarı vs. açısından büyük farklar varsa, o ailede çok ciddi yanlışlar hakimdir. Sözgelimi anne rahat büyütebileceğini kestirdiği bir çocuğu seçer ve o seçilmiş çocuk gelişim başarısıyla parlar; ama orada bir veya daha fazla gölgede bırakılmış çocuk vardır ve kimi zaman çok açık gerçekleşen bu ihmal ve adaletsizlik kimse tarafından görülmez.
Kısır Döngü
Anne, kırılgan kişiliğiyle ve/ya bencil-hırslı yapısıyla, varoluşunu gerçekleştirmede zorlanmasıyla, evliliğinin oturmamışlığıyla, eşinin destek vermiyor oluşuyla, tüm diğer zorluk ve zaafların ortasında çocuk doğurmaya ve büyütmeye hazır olmayışıyla, doğum öncesinden başlayarak ama özellikle doğduğu andan itibaren çocuğun ona “sunduğu” profile mahkûmdur aslında.
Şöyle bir mahkûmiyettir bu: Çocuk sakinse, huzurluysa (hatta güzelse, sevimliyse) ve anneden çok şey talep eder durumda değilse, diğer bir deyişle anne çocuktan beslenebiliyorsa, annenin o çocukla uyum oluşturması kolaylaşıyor, hatta o çocuk “seçilmiş çocuk” olabiliyor; ama çocuk daha anne karnından başlayarak huzursuz bir çocuk ise, doğduğu andan itibaren beslenmesi, sindirimi, uykusu sıkıntılıysa ve ağlaması da durmuyorsa, annenin çocukla uyum oluşturması fevkalade zor oluyor.
Bu durumda anneyle çocuk arasında bağ oluşmayacak ve bir kısır döngü ortaya çıkacaktır. Hamilelik döneminden başlayarak annenin huzursuzluğu çocuğa, doğduğu andan itibaren çocuğun huzursuzluğu anneye, sonra yine annenin huzursuzluğu çocuğa geçecektir, ta ki anne bu kısır döngüyü kırmanın bir yolunu bulana kadar. Hele ki ortada baba yoksa, başka destek olacak kişiler de yoksa, bu kısır döngünün kırılması imkânsıza yakın olacaktır.
Oysa anne (yetişkin) ve çocuk (dili olmayan bebek), eşit düzeyde iki kişinin ilişkisi gibi bir ilişkide değildir. Dolayısıyla, ebeveyn-çocuk arasında bir kısır döngü varsa, bunun sorumluluğu ortaklaşa olarak ebeveyn ve çocukta değildir, sadece ebeveyndedir. Yetişkin (ebeveyn), yaşadıklarının farkına varma, durumu kavrama, anlama ve bilinç oluşturup sorunu çözme sorumluluğunu taşımalıdır.
Yüzleşme
“Kevin Hakkında Konuşmalıyız” adlı romanın yazarı Shriver’ın kitabın başına yerleştirdiği Erma Bombeck’den alınmış nefis bir cümle var: “Bir çocuk sevginize en çok, bunu en az hak ediyor olduğu zaman ihtiyaç duyar.”
İşte tam da ebeveynin anlaması gereken budur. Ne yapıp edip, nereden yardım-destek alacaksa alıp, bu meseleyi çözecektir, bunun sorumluluğu ona aittir. Çocuk dünyaya gelmiştir sadece, o da kendi kararıyla değil. Ona ulaşmanın yolunu biz ebeveynler bulacağız, o bize ulaşmanın yolunu bulacak değil.
Birkaç hafta önce verdiğim bir seminere, zihnimde dönüp duran “istenmeyen anne” konusuyla başlıyorum. Müthiş bir şey oluyor, bir anne söz alıyor, siz tam benim ilk anneliğimde yaşadığımı anlatıyorsunuz, diyor. “Çocuğum benim kucağımda sürekli huzursuzdu, ağlaması hiç kesilmezdi, ama kız kardeşim kucağına aldığında hemen sakinleşirdi,” diye devam ediyor. Sonra, o dönemde anneliğe hiç hazır olmadığını, ağır çalışma koşulları altında yaşadığını, eşinden hiç destek alamadığını anlatıyor.
Bu kolay olmayan yüzleşme örneğini gösteren anne, bu yüzleşmeyle birlikte çocuğunun onu “istemiyor” olduğunu apaçık bir şekilde anlamış ve anlatmış oluyordu. Bunu anladığı ve anlatabildiği andan itibaren çözüme ulaşma imkânlarının da oluşacağını görebilecektir, emin olun.
Şimdi dönüp baksın her ebeveyn kendisine, nasıl oluyor da rahatlıkla “istenmeyen çocuk” diyoruz da, “istenmeyen anne”den hiç söz etmiyoruz? Neden kimse kendi eksiklikleriyle, zayıflıklarıyla yüzleşmiyor ve neden herkes sözbirliği etmişçesine zavallı savunmasız çocuğa yükleniyor?
Çocukların “haklarından” dem vuranlar, kolay görünür olmayan ama görünür olan adaletsizliklerden çok daha ağır sonuçları olabilen bu adaletsizlik hakkında ne diyecekler acaba?
14 Nisan 2013'te Radikal İKİ'de yayımlandı.
Üstün Öngel, Sosyal psikolog
Sayfamızı Paylaşın
|
Sayfa Yorumları
Yorum Bırakın