3.05

2001-12-27 / psikoloji / spor  psikoloji  / 0 Yorum /

Bu yazıyı sadece bir spor yazısı olarak okumazsanız sevinirim, zira sporun yanı sıra hayatın her alanında kullanılabilecek bir bilgiyi paylaşmak istiyorum sizlerle.

Karmaşık bir olgu değil ele alacağım; umarım karmaşık olmayan bu olguyu yüzüme gözüme bulaştırmadan sade bir anlatımla size iletebilmeyi beceririm.

***

Mesele şu: Karşılaştığımız zorlukları abartma eğilimindeyiz genellikle. Ortada herhangi bir zorluk olmadığında bile, kendi kendimize zorluk icat ediyoruz. Bunun sonucu da kaygı düzeyimiz yukarılara çıkıyor.

Performans öncesi, bu tür bir kaygı artışına hemen her zaman rastlamak mümkün. Sahne sanatçılarında olsun (şarkıcı, tiyatrocu vb), sporcularda olsun, hatta kimi zaman vereceği bir konferans öncesi akademisyenlerde olsun, bu kaygı düzeyinin yükseklere çıktığını görebiliyoruz (bir öğretim üyesi tanıyorum, tir tir titrer yapacağı konuşma öncesi).

Performans öncesi kaygılanmak, endişelenmek, heyecanlanmak doğal elbette; hatta belli bir düzeyde olmasının performansı olumlu etkilediği bile söyleniyor. Ama abartlılı bir noktaya ulaştığında bu kaygı, sahnede/sahada, ne yapacağınızı bilmez duruma düşebiliyor, eliniz ayağınıza dolanabiliyor, olmadık hataları yapabiliyorsunuz.

Önemli bir performans öncesi bu kaygı düzeyimiz daha da yukarılara çıkıyor. Bir sanatçı büyük bir konser öncesi, bir sporcu final maçı öncesi, bir akademisyen önemli bir kongrede sunacağı tebliğ öncesi, şiddetli kaygı duyabiliyor.

Peki ama, sanatçının söyleyeceği şarkı aynı, sporcunun oynayacağı oyun aynı, keza akademisyenin sunacağı bilgi aynı; o halde neden böyle bir kaygıya kaptırıyorlar kendilerini? Kaptırıyorlar, zira, performanslarına odaklanmak yerine, çevre faktörlere odaklanıyorlar. Üstelik de bu odaklandıkları çevresel faktörler, yapay olarak üretilmiş şeyler.

Nasıl derseniz: Sporcuysa, oynayacağı final maçının veya deplasman maçının nasıl büyük bir seyirci kitlesi karşısında oynanacağına kafayı takıyor. Örneğin, Galatasaray, Barcelona ile oynayacağı zaman, sporcular "yüz bin kişilik Nou Camp stadında nasıl oynayacağız?" diye kendine soruyor. Sanki yüz bin kişi sahaya inecek ve oyuna müdahale edecekmiş gibi.  

Sanatçı için de durum aynı. Büyük bir seyirci kitlesi karşısına çıktığında veya Carnegie Hall gibi çok önemli, prestiji yüksek bir konser salonuna çıkacak olduğunda, kaygıdan deliye dönüyor. Performansa odaklanmak yerine, o salonun kendisi üzerindeki etkisini dert ediyor. Oysa böyle bir doğrudan etki yok, bizzat kendisinin "ürettiği" bir etki bu.  

***

Gelelim bu yazının da başlığına yerleştirdiğim 3.05'e. Ne alaka dediğinizi tahmin edebiliyorum. Basketbolla haşır neşir olanlar tahmin etmişlerdir muhtemelen; 3.05, basket potasının yerden yüksekliği.Peki konumuzla alakası ne?

Anlatayım: Bir filmden zihnime kazınmış bir sahne var. Gene Hackman'ın başrolü oynadığı B sınıfı bir film. Önemli bir film değil yani. Fakat bende bıraktığı iz kolay silinecek türden değil.

Gene Hackman ABD'de bir kasabada lise takımı koçluğu yapıyor. Takım adım adım başarıyı yakalıyor. Önce bölge şampiyonu oluyor, sonra eyalet. Neticede, ABD finaline kadar çıkıyor takım. O güne kadar maçlarını genellikle küçük salonlarda oynayan takım, birden bire 25 bin kişilik dev gibi bir salonda oynayacaktır final maçını. Adettendir, bu maçlar öncesi takım bir gün önce maç salonunda antrenman yapar.

Sahneyi gözünüzde canlandırın: Oyuncular maçın oynanacağı salona girerler, kamera her birini yakın plan çeker, hepsinin yüzünde belirgin bir şaşkınlık ve kaygı ifadesi görürsünüz. "Vay anasını, biz, bir kasaba lisesi takımı, bu koskocaman salonda mı oyanayacağız" der gibidirler.

Tam o anda Gene Hackman'ı görürsünüz. Sakin adımlarla oyuncularının yanına yaklaşır ve cebinden bir metre çıkarır, hani şu inşaatçıların, marangozların kullandığı türden bir metre. Bir oyuncusunu çağırır yanına, oradaki merdiveni getirip potanın altına yerleştirmesini ister. Metreyi de eline verir. Çık bakalım der. Oyuncu çıkar. Ölç bakalım der. Oyuncu ölçer. Ne çıktı der. Oyuncu cevaplar: 3.05 Tek tek oyuncuların hepsini merdivene çıkarır, kendi gözleriyle bakmalarını ister.Oyuncular tek tek merdivene çıkıp yüksekliği teyit ederler ama doğal olarak buna bir anlam da veremezler. Şaşkın şaşkın koçlarına bakarlar.

Gene Hackman uzatmaz, anlatır: "Bakın arkadaşlar, biliyorum ki hepiniz bu büyük salona çıktığınızda ürktünüz, korktunuz, şaşırdınız. Ama unutmayın ki, bu salonda pota daha yüksekte değil. İşte hepiniz gördünüz, yükseklik aynı, 3.05. Yani, bırakın salonun büyüklüğünü, seyircinin fazlalığını, falanı filanı, işte potanın yüksekliği de aynı, sahanın ölçüleri de aynı. Daha önce nasıl oynadıysanız, bu sahada da aynı şekilde oynayacaksınız, değişen hiçbir şey yok."Çocuklar da çıkarlar ve bu ilk kez çıktıkları finalde rakipten de, salondan da, seyirciden de korkmadan oynarlar ve galip gelirler.

***

Tamam, yaşam bu filmdeki gibi olsa çok kolay olurdu diye itiraz edebilirsiniz. Fakat itiraz etmeden bir düşünün, ne kadar sık böylesi kaygıları "üretiyor" olduğumuzu. Sadece sporla ilgili değil, yaşamın her alanında olmayacak şeyleri kaygı unsuru yapıyoruz.

Olmayacak şeyler dedim, aslında zaten kaygının tanımı da böyle bir şeydir. Yani, korku "nesnesi" belli bir duygudur, fakat kaygının "nesnesi" pek belli değildir. Ya da nesnesi belli olsa da, gerçek niteliğinden daha şiddetli algılanır.

Diyelim, size saldıran, burnunuzun dibine kadar yaklaşan ve hırlayan bir köpek karşısında korkarsınız, bu doğaldır, zira "nesnesi" vardır; ama, yaklaşık yüz metre ötede havlayan bir köpek duyduğunuzda, hatta kimi zaman bu bile yokken sadece ıssız bir sokağa girdiğinizde huzursuz oluyorsanız, bu kaygıdır, zira "nesnesi" yoktur, ya da varsa da olduğundan büyük olarak algılanmaktadır.

Yukarıdaki örnekte de, elbette bir final maçının oyuncuyu kaygılandırması çok doğaldır. Hele de ilk kez final oynuyorsa o takım, deneyimsizliğe bağlı olarak bu kaygı daha da yüksek olacaktır. Ama bu kaygı, başka unsurlar da dahil edilerek "üretilmeye" ve "çoğaltılmaya" başlıyorsa, orada tehlike vardır.

O basketbol koçu, çok basit ama önemli bir hatırlatma yapıyor bize: Gerçeği olduğu gibi algılayın! Büyük salonda oynadığınızda sahanın ölçüleri değişmiyor, potanın yüksekliği artmıyor! Çıkın her zaman nasıl oynuyorsanız, öyle oynayın!

***

Hani ne diyordu basınımızın değerli kalemşörleri: "Galatasaray'a Nou Camp bile vız gelir!" Sanki Galatasaray'ın on bir futbolcusu, on bir Barcelona'lıya karşı değil de, yüz bin seyirciye karşı oynamış gibi.

Kapatırken, bir küçük anıyı paylaşayım. Fenerbahçe'de basketbol oynadığım yıllarda, Avrupa Kupası maçları oynuyoruz. Grubun en kuvvetli takımı da Milano takımı. Sürekli isim/sponsor değiştiren takımın o sezonki adı galiba Mobil Girgi idi.

Her neyse, deplasmandayız, Milano'da maç salonunda antrenman yapıyoruz. Bizden önce de onlar antrenman yapmışlar ve çıkıyorlar. Güzelim formaları, malzemeleri ile.

Oyun tarzı olarak korkaklığıyla öne çıkan Aliço aynen şöyle dediydi, hiç aklımdan çıkmayan şekilde: "Ulan bunların forması çıksa sahaya bizi yener be! Bir bizim formalara/malzemelere bak, bir onlarınkine!"

Sağlıcakla kalın,

Sayfamızı Paylaşın


Sayfa Yorumları

Yorum Bırakın