İki psikiyatristin trajik ölümü: A. Turgay ve F. Hacıosman’dan geriye kalan

2018-10-20 / psikiyatri / psikiyatri  toplum  / 0 Yorum /

"Hastası" tarafından öldürülen Fikret Hacıosman’ın ismini herkes duydu, fakat "Atilla Turgay da kim?" diyeceksiniz haliyle.
 
Anlatacağım...
 
Atilla Turgay da psikiyatrist(ti). Geçmiş zamanda. Sekiz yıl önce öldü. İntihar etti, 64 yaşındaydı. Nedeni bilinmiyor.
 
Fikret Hacıosman’ı ölümünden önce tanıyan eden yoktu, binlerce psikiyatristten biriydi sadece, trajik ölümüyle tanıdı onu Türkiye. Gazetelerin hepsinde gülümseyen bir fotoğrafı vardı. Bir fotoğrafa bakarak kişilik anlaşılmaz ama yumuşak bir insan izlenimi verdiği söylenebilir.
 
Atilla Turgay da gülümseyen yüzüyle hatırlanabilir, fotoğrafları öyle çoğunlukla. Turgay, ölümünden önce de tanınan biriydi. Kanada’da yaşayan, çalışan bir akademisyendi. Uluslararası tanınırlığı vardı.
 
Ben de Nisan 1999’da Adana’da gerçekleşen Çocuk Psikiyatrisi Kongresi’nde tanıştım kendisiyle. Davetli konuşmacıydı. Bir saatlik konferansı vardı.
 
Konuşması, tecavüze uğramış bir çocuğa “tedavi” örneğinden yola çıkarak, psikiyatristlerin ağızlarından düşürmedikleri “biyo-psiko-sosyal” yaklaşımı anlatmaya odaklanmıştı. Yumuşak bir yaklaşımı vardı. Psiko ve sosyal kısmını anlattı. Hatta “sosyal” boyutu ele aldığında, benim de çok saygı duyduğum hocam sosyal psikolog Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın kitaplarından yararlandığını da belirtti. Kağıtçıbaşı’nın çalışmalarına yaklaşımı yüzeyseldi, ama bir psikiyatristin bu ilgisi bile kayda değerdi.
 
Sonra konuşması bitiverdi Turgay’ın. Biyo-psiko-sosyal’ın “biyo”sunu anlatmadan bitivermişti konuşması. Soru cevap kısmında söz aldım, “konuşmanız bu üçlü yaklaşımı anlatmaya dayanıyordu, biyo nerde” diye sordum.
 
Tecavüze uğramış “hastada” ilaca gerek yok, diye cevap vermişti. “Peki,” dedim, “neden biyo’yu da anlatacağınız bir örnek seçmediniz, ayrıca tecavüze uğramış çocuğa neden ‘hasta’ diyorsunuz?”
 
Cevap mı, ne cevabı... kem küm, vaktimiz doldu filan ve kürsüden hızla kaçış... Oysa güleryüzlü haliyle, yumuşak görünen yaklaşımıyla daha iyisini beklememe yol açmıştı. Sonuç hayal kırıklığı olmuştu.
 
(( bu yazıya koysam mı koymasam mı derken, hadi dedim paranteze koyayım bunu: o kongreye beni de bir saatlik konferans vermem için davet etmişlerdi. Eğitim Fakültesinde öğretim üyesiydim ve henüz anti-psikiyatrik yazılar yazmaya başlamamıştım. Sadece Bilim ve Ütopya dergisinde eleştirel bir yazım yayımlanmıştı. Onu okumuşlar ve dikkatlerini çekmiş. Çocuk psikiyatrisi anabilim dalı başkanı Ayşe Avcı aramıştı ve “emin misiniz, söyleyeceklerim hoşunuza gitmez,” dediğimde, “biz eleştiriye açığız, renk katarsın,” demişti. Kongreden bir hafta önce arayıp, “isterseniz konuşma metnini yollayabilirim, sorun yaşanmasını istemiyorum,” dediğimde “gerek yok, ne olabilir ki”, deyip “renk katarsın” cümlesini tekrarlamıştı Ayşe Avcı.
 
“Terapisiz Yardım”dı konuşma başlığım. Psikiyatri topluluğunun ve peşine takılan psikoloji dünyasının “gerçek yaşam sorunlarına” nasıl gözünü kapadığını, yüz yıl öncesine giderek Freud döneminden başlayarak çocuk tacizlerinin nasıl örtbas edildiğini vurgulayarak ele almıştım. Sonra psikiyatrinin damgalayıcı yaklaşımını ve ilaçla her şeye müdahale ediyor olduğunu rakamlarla göstermiş ve bu gidişin giderek çok tehlikeli olduğuna dikkat çekmiştim. Ben tam bunları projeksiyonda gösterirken, ortalık birden karıştı ve Füsun Çuhadaroğlu ve Bengi Semerci öncülüğünde ön sıradaki psikiyatristler çıldırmış bir şekilde bağırmaya başladılar ve kürsüye çıkıp “bu adamı dinlemeyin, doğru değil söyledikleri” diye çırpındılar.
 
Yaa evet, “renk katmıştım” kongreye. Ne renk ama!..
 
Sonra ne mi oldu? Püskürttüm tabii ki hepsini, salonun çoğu da bana destek oldu, mikrofonu bırakmadan konuşmamı tamamladım.
 
Ardından da yüz elli kadar kişiyle kongre merkezi dışında açık havada iki saat daha söyleşiye devam ettim. Hatta o sırada yanıma benim yaşlarımda bir kadın geldi, Ümran Korkmazlar adında bir akademisyen. “Üstün, her dediğine katılıyorum, devam et buna,” dedi. “Peki sen, sen niye sesini çıkarmıyorsun,” diye sorduğumda, “şu doçentlik filan geçsin, yanında olacağım, biraz zamana ihtiyacım var,” dedi.
 
Ümran profesör de oldu sonra. Hiç sesini çıkarmadı. Daha kötüsü, benim karşı çıktığım o kötü seslere eksiksiz eşlik etti.
 
Ben doçentlik de ne ki deyip yoluma devam ettim, yardımcı doçent olarak bıraktım üniversiteyi.
 
Biz eleştiriye açığız diye kongreye davet eden Ayşe Avcı, birkaç yıl sonra “alanı dışında konuşuyor” diye rektörlüğe şikayetçi oldu. Başka bir konuyla ilgili bana diş bileyen Yalçın Kekeç adlı gelmiş geçmiş en kötü Çukurova Üniversitesi rektörü soruşturma açtı ve kınama cezası verdi.
 
Durur muyum, idare mahkemesinde dava açtım ve kazandım. Hem de benim savunmamdan alınmış cümlelerin karar metnine yerleştirilmesiyle: “Bilimsel açıklamaya ceza verilemez. Eğer bu bilgilere itirazı olan varsa, bilimsel bulgularla bunu yapabilirler.” ))
 
Parantez sonrası devam ediyorum...
 
Yıllar sonra Atilla Turgay'la bir kez daha karşılaştım. İstanbul Film Festivalinde, 2004 yılında, "hiperaktivite" ile ilgili bir belgesel gösterileceğini öğrendim. Gösterimin ardından Atilla Turgay'ın da katılacağı bir panel olacağı bilgisi de vardı. Belgesel, kendi çocuğu da "hiperaktif" olan bir anne tarafından çekilmişti ve filmde kendi çocuğu ile birlikte iki çocuk ve ailesi de vardı. Belgeselin danışmanlığını da Atilla Turgay yapmıştı ve filmde de beş altı dakika yer almıştı.
 
"Odd Kid Out" (Garip Çocuğu Dışlayın), adlı film "Hiperaktifim Ama" diye çevrilmişti. Film üç aileyi de çocuğu da, eksiklerle de olsa yansıtıyordu. İlaçla ilgili çelişkili bilgiler vardı. Bir aile, ilaç çocuğu kötü yaptığı için ilacı bırakmış ve öyle ilerleyip çözüm bulmuştu.
 
Film bittiğinde, panelde Atilla Turgay'ın yanında Bengi Semerci de vardı. Beş yıl önce benim konuşmamda kürsüye yürüyen kadın hani. Atilla Turgay'la birlikte kitap da yazdılar sonra. Panelde daha çok Turgay konuştu. Ne mi konuştu? Baştan sona ilaç pazarlamacısı gibi, ilaçları öne çıkardı. Kanada'da 15 civarında ilaç olduğunu, Türkiye'de sadece Ritalin olduğunu, diğer ilaçların da Türkiye'ye gelmesi gerektiğini söyledi. Sonra, sonra? E boşuna mı gittim ta İstanbul'a, söz aldım ve filmin aslında ilaca mesafeli durduğunu ve konuşacak bir sürü şey varken, sadece ilaçları öne çıkarmanın çok yanlış olduğunu söyledim. Seyirci pek bir şeyin farkında değildi, öylece bitti panel. Sonra yanına gittim Turgay'ın. Uzaklaşmaya çalıştı ama bırakmadım, konuştum. Beş yıl önceki konuşmasını hatırlattım, aslında doğruları yakalıyor olduğunu ve buna saygı duyduğumu, ama nasıl bu denli ilaca saplandığını anlayamadığımı söyledim. Gülümsedi ve uzaklaştı.
 
Altı yıl sonra öldü Atilla Turgay. Benim geç haberim oldu. Neden zamanında haberim olmadı? Basında filan hiç yer almadı çünkü. Örtbas ettiler sanki. Zamanında haberim olsaydı, yazardım mutlaka. Öğrendiğimde üzerinden birkaç yıl geçmiş olduğu için yazmanın bir anlamı kalmamıştı.
 
Ama şimdi yazıyorum işte.
 
Neden yazıyorum biliyor musunuz? Bugüne ışık tutacak çok önemli bir bilgi var içinde çünkü. Hacıosman'ın ölümünü de anlamaya yarayacak bir bilgi var içinde çünkü. Psikiyatrik müdahale sonrası insanların neden (öz)yıkıma yöneldiğini anlamamıza yarayacak bilgi var içinde çünkü.
 
Turgay'ın neden intihar ettiği bilinmiyor. Ailesi biliyordur belki. Hiçbir yerde tek satır bilgi yok bununla ilgili.
 
Ama araştırınca başka bir bilgi çıkıyor karşınıza. Ölümünden sonra yapılan bir soruşturma sonucu anlaşılıyor ki, Turgay araştırmalarında sahtecilik yapmış.
 
Yukarıda biraz da uzatarak ayrıntısıyla anlattım, Turgay'ın nasıl ilaç pazarlamacısı gibi hareket ettiğini. Çocuklarla çalışan bir uzman olduğu için, unutmayalım ki çocuklara yönelik bu ilaçların savunulması çok büyük sorumluluk taşıyor. "Hiperaktivite" denen şeyde kullanılan ilaçların yanı sıra, Turgay "otizm" dedikleri şey için de özellikle bir ilacın pazarlamasını yapıyordu. "Yetişkin şizofrenisinde" kullanılan Risperdal adlı ilacın "otizm"le etiketlenmiş çocuklarda işe yaradığını savunuyordu. Dünya ölçeğinde bunun öncülüğünü yaptı Turgay. Kendi araştırma sonuçları iddiasını destekliyordu. Son on beş yılda artan bir hızda bu çocuklara risperdal verilmeye başladı. Turgay başarmıştı!
 
Ama aniden bir haber geldi, Turgay intihar etmişti, hiçbir işaret de vermeden, pat diye. Neyle, nasıl intihar ettiğini de sakladılar. İlaç mı aldı, kendini mi astı, ne yaptı, ne oldu, bilen yok.
 
Ölümünden sonra, bu soruşturma sonucu ortaya çıktı. Deneme aşamasında risperdal verilen çocuklarda çok ciddi olumsuzluklar yaşanmış, birkaçı acil serviste bulmuş kendini, ama bu olumsuz durumlar saklanmış Turgay tarafından. Olumlu gösterilmiş her şey. Sonra da, yukarıda belirttiğim üzere, risperdal kullanımı çocuklarda yaygınlaştıkça yaygınlaştı.
 
Normal koşullarda intihar nedeniyle ilgili spekülasyon yapmam, yapılmasını da hoş karşılamam. Ama çocuklara yönelik bu büyük ahlaksızlık karşısında, bundan geri durmayacağım. İlk tahminim, soruşturmadan haberdardı ve foyasının ortaya çıkacağını gördü ve intiharla bu rezillikten kurtulmak istedi. İki, soruşturmadan haberi yoktu, ama vicdanı rahatsız olmaya başladı ve sonunda dayanamayıp canına kıydı. Üç, kendisi de ilaç kullanıyordu, belki de ilaçlar kullanıyordu, zira psikiyatristler arasında ilaç kullanımı çok yaygındır, ve bu ilaçların etkisiyle aniden intihar ediverdi.
 
Artık her ne ise sebebi intiharının, arkasında çok büyük bir ahlaksızlık bırakarak ölüp giden bir psikiyatrist var önümüzde. Tarihe bununla geçmesi lazım Turgay'ın.
 
Fakat Türkiye'de ne oluyor biliyor musunuz? Turgay adına Ulusal Çocuk ve Ergen Kongresi'nde "En İyi Araştırma Ödülü" veriliyor.
 
Nasıl yani, nasıl en iyi araştırma ödülü veriyorlar? Turgay'ın sahteciliğini en iyi örnek almış araştırmayı mı ödüllendiriyorlar acaba?
 
Evet, Turgay'ı insan olarak tanıdığımda, 1999'da konuşmasını dinlediğimde, kuvvetli bir olumsuz duygu oluşmamıştı bende. Bilakis, bir şeyleri yakalıyor, belli bir çabası var, ama psikiyatrinin yanlışa sürükleyen çizgisinde kayboluyor, demiştim içimden.
 
Sonra ilerleyen yıllarda meseleyi daha iyi kavradım. Hangi iyiniyetli çabanın, yaklaşımın içinde olursa olsun, birisi psikiyatrinin bu temelden yanlış olan çizgisinde yer alırsa, doğruya ulaşması mümkün değil. Hangi kişilikte olduğunuzun bir önemi yok, o yanlış çark sizi öğütüyor.
 
O nedenle, Hacıosman da, ne kadar yumuşak tavırlı biri olsa da (öyle görünse de), o çarkın içinde çok ağır bir bedeli olan hatayı yaptı. Bu birey olarak sadece Hacıosman'a yüklenecek bir hata değil. Daha önce dostlar arasında yazışırken, o genç o kurşunu Hacıosman'a değil, psikiyatri kurumuna sıktı, dedim.
 
Turgay'ı o sahteciliğe kadar getiren, Hacıosman'ı genci dinlemeyip ilaca ısrarla devam ettiren ne peki? Hekimlik. Evet, yanlış duymadınıız, hekimlik.
 
Psikiyatrinin "tedavi etmeye" kalkıştığı durumların hiçbiri "tıbbi" durumlar değil. Ama öyle görüyorlar öteden beri. Son yıllarda daha da çok genetiğe ve biyokimyaya yüklenerek, üstelik bunu uykudaki psikoloji dünyasına da kabul ettirerek, izole edilmiş bireyi sadece beyni arızalanmış bir biyolojik varlık olarak görüyorlar. Böyle görmek, tabii ki hekimlik vurgusunu kuvvetlendiriyor. Hekimlik vurgusunu yitirecek olursa, tıp eğitimi almamış ve bu alanda hizmet veren diğer çalışanlardan hiçbir farkı kalmayacak. Bu çok riskli bir durum. Statü kaybetmeye kadar varır o işin sonu.
 
Buraya tekrar yazacağım. Daha doğrusu her fırsatta tekrar tekrar yazacağım. Turgay da Hacıosman da hekimlik yaptığını düşünüyordu, ama yaptıkları hekimlik değildi. Turgay tanıyabildiğim ve takip edebildiğim kadarıyla mesleğine inanmış biriydi. O tıbbi çözümü bulmak istiyordu. Belki o kadar istiyordu ki, sonunda bulamayınca işi sahteciliğe kadar vardırdı. Bulamazdı ama o tıbbi çözümü, çözümleri. Herhangi bir psikiyatrist de bulamayacak, hangi iyiniyetle ilerlerse ilerlesin. Yanlış zeminde doğru çözüm yaratamazsınız. İnsanın yaşadığı tüm psikolojik sorunların çözümlerini ancak ve ancak insani yollarla bulabilirsiniz. Bunun tek bir yolu yoktur belki, ama işe yaramayacağı kesin olan yol biyo-medikal yaklaşımdır.
 
Bunu farklı farklı yazılarda dile getirdim, bu alanda yapılan bilhassa orta ve uzun vadeli araştırmaların istisnasız hepsi, ilaçla çözümden uzaklaşıldığını, üstelik zarar verildiğini gösteriyor.
 
Zararların, risklerin en büyüğü de ölüm. (Öz)yıkım.
 
Giderek çocuklara da artan oranlarda bu ilaçlar veriliyor ve kayıtlara geçmese de başka kaynaklardan öğreniyoruz ki intiharlar, çocuk intiharları, evet yanlış duymadınız, çocuk intiharları artıyor. On iki yaşındaki çocuk intihar eder mi? Etmemesi lazım değil mi? Ediyor, çünkü ilaç altında. Sadece geçen yıl Adana'nın en büyük mezarlığına 12-14 yaşında beş kız çocuğu geliyor intihar etmiş olan.
 
Bu gidişata dur demezsek maalesef daha çook ölümlere şahit olacağız.
 
Büyük değişim şart, ama ne zaman olur, bilemem. Fakat şimdilik en azından çocukları koruyalım, o (öz)yıkıma savrulan çocukları, gençleri dinleyelim, zamanında kulak verelim, riski önleyelim.
 
Hacıosman, bunu yapabilir miydi? Evet, tüm psikiyatrik yanlış zemine rağmen yapabilirdi. Yapamadı. Bedeli büyük oldu.
 
Bu bedeli, gençler de, yetişkinler de ödemesin, çocuklar hiç ödemesin...

Sayfamızı Paylaşın


Sayfa Yorumları

Yorum Bırakın